13. yüzyılda yaşayan Tusili Nasreddin adında bir ilim adamı 'Bahname' isminde yazdığı bir eserde kadını güzel gösteren hususları belirtmişti. Nasreddin Efendi söze şöyle başlıyor; 'Ey Oğul, şimdi sana avratların güzellik alametlerini anlatacağım. Bu alametlere sahip olan avrat, avratların en güzeli demektir, alametler ne kadar az ve noksan olur ise avrat da o kadar az güzel olur. Avradın dört nesnesi küçük gerek: Ağzı, Elleri Ayakları Kulakları Avradın dört nesnesi dar gerek: Burun delikleri Kulak delikleri Göbek deliği Ağzı Avradın dört nesnesi geniş gerek: Alnı, Gözleri Göğüsleri Butları Avradın dört nesnesi kara gerek: Saçı, Kaşı Kirpikleri Gözleri Avradın dört nesnesi kızıl gerek: Dili, Dudağı Yanakları, Ve avurdları (yanağın ağız boşluğundaki kısmı) Avradın dört nesnesi yuvarlak gerek: Yüzü, Gözleri Topukları Bilekleri Avradın dört nesnesi uzun gerek: Boynu, Burnu Kaşı Parmakları Avradın dört nesnesi hoş kokulu gerek: Burnu, Eli Koltuk altı Ayakları Ve dahi avradın başı ne büyük ne küçük ola Ve eti dahi yuvarlak ola Ve boynu ne uzun ne kısa ola Ve benzi ak ola veyahut kaz benizli veya karayağızın güzeli ola Ve teni de pembe ola Ve saçı sık ve uzun ola. Zira saç avratların yüzsuyudur. Ve güldüğü vakit güzel ola. Zira avratın gülüşünün güzelliği diğerlerinden önde gelen bir husustur. Ve gözlerinin karası çok ola, kaşları da çatık ola Ve huyu tatlı ola, sözü tatlı ola ve yumuşak ola İşte ey oğul bu yazdığım şartlar hangi avratta var ise, o avradı hemen alasın!' Üst tabakadan ailelerin kız ve erkek çocukları için aynı toplumsal çevreden 'kısmet'le tanışmak zor bir işken, köylü ve göçebe gençler en azından tarla ve bahçelerde çalışırken birbirlerini görebiliyorlardı. Kentte yaşayan 'küçük insanlar'ın da belli olanakları vardı. Dönemin İngiliz elçisi Edward Wortley Montagu'nun eşi Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762), kocasının elçilik görevi sırasında İstanbul'da yaşamış ve burada yazdığı mektuplar ölümünden sonra derlenerek kitap haline getirilmiş. Bu kitap, dönemin Osmanlı toplumunu anlatması bakımından büyük önem taşıyor. İşte bu mektuplarda Montagu'nün aktardığı birtakım aşk simgeleri var: * Bir kese içinde inci = Güzeller arasında bir incisin.* Saç teli = Başımın üzerinde yerin var. * Karanfil: Sen bir karanfilsin, ama geçip gidiyorsun. Ama bu simgelerin tam olarak hangi çevrelerde kullandığı ve gerçek olup olmadıkları kesin olarak bilinmiyor. Çünkü Lady Montagu'ye bu bilgileri veren İstanbul'daki kadın dostlarının bunları bohçacı kadınlardan öğrenmiş ve Montagu'ye de onu memnun etmek için anlatmış olabilecekleri düşünülüyor. Öte yandan Topkapı Sarayı'nda düzenli aşk mektuplarının bulunduğu da bir gerçek. Bunların en ünlüleri Hürrem Sultan'ın Kanuni'ye yazdırdığı mektuplar. Yalnız bunların iki kişi arasında kalan mektuplar olmadığını hatırlatalım. Hürrem ilk başta Osmanlıca bilmediği için bunları haremden başka bir kadına yazdırmış olmalı. Evli Kadınlar Osmanlı toplumunda hiç evlenmeden ömrünü sonlandıran insan pek olmazdı. Evliliği aileler hazırlardı. Osmanlı'da erkeklerin istemedikleri biriyle evlendirmeye zorlandıklarında kaçabilme şansları vardı. Oysa kadı sicillerinden görebildiğimiz kadarıyla kaçmayı kabul etmiş çok az kadın vardır. Bununla birlikte kadınların bazen, evlendirildikleri zaman reşit olmadıklarını iddia ederek boşanmak istedikleri de bilinir. Şeriata göre Müslüman bir erkeğin gayrimüslim bir kadınla evlenmesi evlenmesi serbestken, bunun tersi yasaktı. Boşanma, sık rastlanan bir olaydı. Koca, istediği zaman bir gerekçe göstermeden boşanabiliyordu. Bu durumda kadının, miktarı evlenirken kararlaştırılmış bir meblağı ve üç aylık geçimine yetecek kadar parayı isteme hakkı vardı. Boşanmak isteyen kadın ise ya ayrılırken kocasından para talep edemiyor ya da kadının kocasına belli bir miktar ödeme yapması kararlaştırılıyordu. Lady Montagu'nun aktardığına göre, çok eşlilik İstanbul'un seçkin aileleri arasında hiç hoş karşılanan bir şey değildi. Gerçekten de İstanbul'da 1880'den sonraki evlilikler konusunda yapılan bir çalışma, bu dönemde çok eşliliğin sadece saray çevresiyle üst düzey dini yetkililer arasında görüldüğünü ortaya koyuyor. Osmanlı'daki zanaatkâr ve tüccar eşlerine ilişkin maalesef elimizde yeterli bilgiler yok. Ama yine Lady Montagu'nun mektuplarına dayanarak yüksek tabakaya mensup kadınlar hakkında konuşmak mümkün. Montagu'nun aktardığına göre 18. yüzyıl başlarında İstanbullu kadınlar birbirlerine uzun ziyaretler yapıyorlar, ama saraylı olmayanlar için bu ziyaretler (katı prosedürler olmadığından) çok daha kolay. Kentli kadınlar, ev ziyaretleri dışında hamamlarda da bir araya geliyorlarmış. Hatta 19. yüzyılda bu hamam sefaları kibar hanımlar arasında öyle yaygınlaşmış ki Avrupalı kadınlar da bunlara katılmaya başlamış. Bu ziyaretlerin önemini kadınların yanında götürdükleri eşyadan da anlayabiliyoruz: hizmetkârlar, işlemeli havlular, sedef kakmalı nalınlar... Mesireye gitmek, yani piknik yapmak da 17. yüzyıldan itibaren moda. Gidilecek kırlık alanın bir yatır çevresinde olmasına dikkat ediliyor, böylece kadınlar hem piknik yaparak eğleniyor hem de dini görevlerini yerine getirmiş oluyorlar. Dönenim en gözde piknik mekânı ise Kâğıthane. Kadınların kendi aralarında ne konuştuklarına gelirsek; Lady Montagu bize bu konuda da birkaç ipucu veriyor. Lady'ye inanacak olursak, henüz yaşlı bir kadın olmadığını kanıtlamak için çocuk doğurmak kibarlık sayılıyormuş. Ayrıca hamilelik ve doğumun tehlikeleri de çok konuşulan konular arasında. Ziynet Tarihçiler, Bursa'daki tereke (miras) defterlerine bakarak kentli kadınların takı olarak en çok altın ve gümüş küpeleri tercih ettiklerini görmüşler. Daha zengin olanlar, en sevilen mücevher inci olduğundan inci küpe takıyor. Buna karşılık muska ve yüzüğe çok nadir rastlanıyor. Fakat Bursalı kadınların asıl tercihi kemer olmuş. Gümüş kemerler kadar, tokaları da gümüş ya da altın kaplama olan kumaş kemerlere de rastlıyor. Kumaştan olanlar altın ya da gümüş işlemeli oluyor ve arada bele işlemeli bir şal da bağlanıyor. Bu arada altın ve gümüş işlemenin bazen giysilerde de kullanıldığını belirtelim. Evlenen kadına mücevher armağan etmek o zaman da adetten. Yine, sıkıntıya düşülürse mücevherlerin satılıp aileye destek olması düşünülüyor. Çoğunlukla altın bilezik takılması bundan. Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde kadınların sokağa çıkarken giydikleri feracelerle taktıkları yaşmakları saymadan edemediğine göre, giyimde yöresel farklılıklar var. Bunun dışında kadınların giyimleri ekonomik durumlarına ve etnik kökenlerine göre de değişiyor. Örneğin zengin bir kadın pamuklu ya da ipekten bol biçilmiş ince bir gömlekle, beli bir kuşakla bağlanan bol bir şalvar giyiyor. Entari bunun üzerine giyiliyor. Hem soylu hem de kentli kadınlar, entarilerini kadife ya da ipekli kumaştan diktiriyorlar. Entarinin üstüne dolama denen bir tür yelek giyiliyor. Başa hotoz takmak da yaygın. Kadınlar, hotoz yapmak için başlarına fes ya da tepelik koyup bunu mücevherli bir iğneyle tutturuyorlar. Sokakta bol mantoya benzeyen bir ferace giyip ellerini ceplerine sokuyorlar. Yüzlerini de hotozlarının üstüne tutturdukları iki parça tülbentten oluşan ve sadece gözlerini açıkta bırakan bir yaşmakla örtüyorlar. Olanakları daha sınırlı olanların giysiler için tercih ettikleri ise, daha ucuz olan ve beledi denen bir kumaş. Gayrimüslim Kadınlarda Giyim Kuşam Gayrimüslim kadınlar birçok yerde Müslüman kadınlar gibi giyiniyorlar, ama yüzlerini örtüp örtmemeleri yöreye göre değişiyor. Rumeli'de ve İstanbul'da genelde yüzlerinin bir bölümünü açıkta bırakırlarmış. Ama Adana'da evli kadınlar yüzlerini örtmezken, genç kızlar peçe takarmış. Doğu Anadolu ve Kafkaslar'da yaşayan Ermeni kadınlar ise anlaşılan Müslüman kadınlar gibi yüzlerini örtüyorlardı. Ayrıca 16. ve 17. yüzyıllarda gayrimüslim kadınların da gösterişli giysiler giydikleri, fakat Müslüman kadınlardan farklı olarak ferace tercih etmedikleri biliniyor. Para Kazanan Kadınlar Osmanlı şehirlerinde evlenmeden tek başına yaşayan kadınlara pek rastlanmazdı. Ama her dul kalan kadın da erkek akrabalarının evlerine taşınmazdı. Özellikle Rumeli vilayetlerinde, kocası öldükten sonra onun toprağını işlemeye devam eden kadınlar Osmanlı vergi hukukuna göre ayrı bir grup oluşturuyordu. Dul kalan kadın mirasın küçük bir bölümünü alabiliyordu, çünkü aslan payı ölenin çocuklarına aitti. Ama koca, daha evliliğin başında karısına kendi ölümü halinde paylaşılmadan mirastan alınacak bir miktar paranın garantisini vermek zorundaydı. Maalesef bu da yeterli gelmiyor ve birçok dul kadın yeniden evlenmek zorunda kalıyordu. Yeniden evlenemezse dul kadın çocuklarına bakabilmek için bir şekilde para kazanmak zorundaydı. Belli bir miktar nakit parası varsa bunu faize vererek işletmesi makbuldü. Ayrıca tüccar bir aile çevresinden gelen kadınların ticaretle uğraştığı da oluyordu. Bazıları zengin kadınların evine giysi götürüp satarak bohçacılık yapıyordu. Dul kadının yaşamını kazanmak için zengin bir eve hizmetçi olarak girmesi çok zordu, çünkü buralarda zaten cariyeler vardı. Ama yoksul kız çocuklarını zengin ailelerin yanına hizmetçi olarak vermek adetti. Bu şekilde kız gelinlik yaşa gelince çeyizi hazırlanıyor ve evlendiriliyordu. Ticaret yapmak isteyen ama sermayesi olmayan kadınlar için zanaat öğrenmek şarttı, ama Osmanlı'da kadınların loncalara kabul edilmesi çok nadir rastlanan bir durumdu. Dokumalar Osmanlı'da işleme, kilim ve halılarının çoğu kadınlar tarafından üretilmiş. Lady Montagu'nun aktardığına göre, II. Mustafa'nın dul hasekisi çocuk yaşta cariyelerle çevrilidir ve adet olduğu üzere daha büyük olanlar küçüklere nakış işlemeyi öğretir. Hıristiyan bir Osmanlı kadınının kocası olarak İtalyan Seyyah Pietro della Valle de nakış işleyen Osmanlı kadınlarını -sınırlı da olsa- gözlemleme imkânı bulmuş ve opak kumaş üzerine yapılan, iki yüzden de görülen işlemelerle sırma işlemelerden övgüyle söz ediyor. Ama kadınlar bu nakışları sadece kendilerine kullanmak için değil, sipariş üzerine de üretiyorlardı. Örneğin Bursa'da 17. yüzyılda kadınların kendi yaptıkları elişlerini sattıkları ve vergi ödemedikleri bir pazar olduğu biliniyor. Dindar Kadınlar 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı'nın üst tabakalarında kadınlar arasında çok beğenilen şiirleri ve nazik konuşma biçimlerini bilmeyi sağlayan eğitim en başta din eğitimiydi. Sanılanın aksine, dini kitaplar okuyan ve bu kitaplar hakkında konuşabilen kadınların sayısı oldukça fazlaydı. Ama kadınlara fıkıh (İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütünü) öğrenimi yapma ve kadılık etme hakkı tanınmıyordu. Osmanlı'nın kendini eğitmiş dindar kadınlarına örnek olarak 17. yüzyılda Üsküp'te yaşamış Asiye Hatun'u örnek verebiliriz. Halveti tarikatına mensup bu kadın hem iyi bir eğitim görmüş, hem de Halvetilikte tasavvufa ilk adım bu şekilde atıldığından, kendine zikretmeyi (okunması adet olan duaları ve Kuran ayetlerini sürekli tekrarlamak) öğretecek bir şeyh arayıp bulmuş. Ne var ki Asiye Hatun, seçtiği şeyhi doğrudan ziyaret edememek gibi büyük bir zorlukla karşılaşıyor ve bundan sonra bir mektupla öğrenme dönemi başlıyor. Bu mektuplaşmalar maalesef günümüze ulaşamamış, ama Asiye Hatun kendi mektuplarının kopyasını çıkarıp sakladığı için ona ait olanları Topkapı Sarayı Müzesi'nde görebilirsiniz. Bina Yaptıran Kadınlar Kadınlar kendi servetlerini istedikleri gibi değerlendirebildikleri için vakıf kurabiliyorlardı. Nitekim 16. yüzyılın ortasında İstanbul'daki vakıfların %37'sini kadınlar kurmuştu. Ama kadınların çoğu, zaten var olan bir camiye gelir sağlamak amacıyla para ya da ev vakfediyorlardı. Sıfırdan bina inşa ettirebilenler valide sultanlar ve diğer saraylı kadınlardı. Bunlara örnek olarak Mihrimah Sultan'ın yaptırdığı iki camiyi (1548 ve 1565) ve Kanuni'nin eşi Hürrem Sultan'ın adını taşıyan külliyeyi sayabiliriz. Hanım sultanların meraklı olduğu başka bir inşaat etkinliği de Boğaz kıyısına yazlık saray yaptırmak. Bunları 18. yüzyılda, Topkapı Sarayı'nın protokolünden kurtulmak için yaptırıp, dönem dönem orada yaşıyorlamış. Ayrıca 18. yüzyılda hanım sultanlara doğdukları, nişanlandıkları ya da evlendikleri zaman saray hediye edilirmiş. Bazı saraylı kadınların bu sarayların döşemesine inceden inceye karıştıkları biliniyor. Hanım sultan ölürse saray hemen başka bir hanım sultana veriliyor ve yeni gelen sarayı kendi beğenisine göre baştan döşetiyor. Maalesef bu saraylar günümüze ulaşamamış.