İTTİHATÇI GELENEKLE KARŞI KARŞIYAYIZ
Nitekim 50 yıldır bu memlekette sözkonusu anayasal kurumların başkanları, kuruluş yıldönümlerinde törenler düzenler, siyasiler kanun gereği bu törenlere katılmak zorunda kalır ve her defasında siyasiler şamar oğlanına çevrilirdi. Bu konuşmada da aynı terbiye etme çabası vardı. Paralel yapı konusunda, doğrunun ve hakikatin ne olduğu siyasetçilere dikte edilmeye çalışıldı. Bu bir vesayet çabasına işaret ediyor. İttihatçı bir geleneğin farklı kavramlarla farklı terminolojilerle ifade edilmiş haliyle yeniden karşı karşıya geldik. Bolca özgürlük ve demokrasi kavramları kullanıldı ancak tek başına bu durum, bu konuşmaları özgürlükçü ve demokratik kılmıyor. Bu haliyle geçmişe ait olan ittihatçı bir geleneğin devamı mahiyetindedir. Kabul edelim ki, Türkiye bunları aştı artık. 23 Nisan'da tarihimizin ilk toplum sözleşmesi olan 1921 Anayasasına ve 1920 ruhuna vurgu yaptık. Bir gün sonra 24 Nisan'da 1915 olaylarıyla ilgili olarak dünya gündemine oturacak önemli adımlar attık. Bu kadar hayati ve tarihi süreçlerden geçerken, geçmişten gelen bir ses bu gün mikrofonlardan yansıyorsa, buna tarihi ıskalanmış bir konuşma diyeceğiz elbet.
AYM BAŞKANI, FRANSIZ MÜREBBİYESİ GİBİ SİYASETE PARMAK SALLIYOR
Bu konuşma üslubu "Fransız mürebbiyesi gibi topluma ve siyasete parmak sallıyor" diyebilir miyiz?
Doğrudur diyebiliriz. Tabii ki. Haşim Kılıç'ın Kemalist olmayan bir bakış açısıyla ve hukuki kuralları toplum lehine yorumlayan o eski müktesebatıyla çok fazla uyumlu olmayan bir konuşmaydı. Ama 25 yıldır Mahkeme'de yargıçlık yapan Kılıç'ın müktesebatı bu mahkeme tarafından biçimlendi. Yani siyaseti terbiye edici bir kültürün içinde kaldı. Konuşma metninde Kemalist terminoloji kullanılmasa da, konuşmanın tarzının üstenci niteliği değişmiyor ve hakikat tekelini elinde bulundurma iddiasından vazgeçilmiyor. İşte tarihi ıskalama burada gerçekleşiyor. Türkiye, siyasetin kalitesi ve derinliği ve tabii ki toplumsal gelişim parametreleri itibariyle sadece Kemalist vesayeti değil, liberal, muhafazakar, özgürlükçü vs. sempatik etiketli her tür vesayeti aştı.
KÜRT PARTİLERİNİN KAPANMASINA ONAY VERMİŞ
AYM Başkanı Kılıç'ın geçmiş dönemde demokrat ve liberal görüşleri vardı ama Kürt partilerin kapatılmasına AYM üyesi olarak hepsine onay vermiş bir kişi de. Böyle bir tarafı da var.
Tabii. Pek çok kararı askeri ve Kemalist vesayetin referanslarının dışında yer aldığı için, öteki üyelere nazaran daha demokrat oldu. Bu özelliğini inkar etmek hakkaniyetli değil. Ve bu tutumu elbette çok değerliydi, demokratikleşmeye katkı sağladı… Ama isabetle tespit ettiğiniz gibi kapatılan tüm Kürt siyasal partilerinin altında Haşim Kılıç'ın da imzası var. Yani hiç birine muhalif kalmamış. Kadın-erkek eşitliği veya sendikal özgürlükler konusunda da tutumu pek özgürlükçü değildi.
Burada yargının iç yapısına bakmadan, ''mahkemeyi kutsallaştırma siyasetin üstünde görme'' durumu söz konusu diyebilir miyiz?
Evet, öyle bir durum var. Konuşmanın gelişine bakıldığında evrensel değerlere, hukukun üstünlüğüne tartışmasız bir şekilde uyan bir mahkeme olduğu iddiası var. Bu en fazla temenni olabilir. Geçmişte Anayasa Mahkemesi başkanları da hep aynı tonda ve inançla konuştu. Bu yapı 2010 yılında kısmen demokratikleştirildi. Tabii ki pozitif sonuçlarını gördük. Ama bu Anayasa Mahkemesi'ni öyle mutlak bir masumiyet kategorisine yükseltmiyor. Dünyanın en iyi Anayasa Mahkemesi dâhi, bazen yanlış kararlar alabiliyor. Böyle "tartışmasızdır", "kuşkusuzdur" şeklindeki yüklemlerle kendini ifade etmek, hele Türkiye'nin 52 yıllık müktesebatı çok iyi bilinen, demokrasi, özgürlük ve hukuk karşıtlığıyla tanımlanabilecek bir Anayasa Mahkemesi için çok mümkün değil. Tabii ki hakkını da verelim 2010'dan sonra Anayasa Mahkemesi çok önemli ve alkışlanacak kararlar verdi. Fakat bu Haşim Beyin bugünkü yaptığı konuşmayı haklılaştırmıyor, meşrulaştırmıyor.
Bir de şuna dikkat çekmek isterim: Yapılan konuşma "52. Kuruluş Yıldönümü" konuşmasıydı, yani Mahkeme kendini kuran darbe iradesi geleneğini devam ettiriyor ve örneğin 2010 ile yeni bir başlangıç yapmıyor. Kararlarında da eski dönem kararlarına atıf yapıyor. Oysa bunu sorgulayabilirdi. Diğer bir nokta ise o konuşmanın yapıldığı salonun en tepe noktasında Yekta Güngör Özden'in bir sözü duruyor. Mahkeme o ifadeyi eski binada bırakmadı ve yeni binaya taşıdı.
BU KONUŞMA SİYASİLERE MÜREBBİYELİK YAPMA KONUŞMASIDIR
Bu çok ilginç gerçekten. "Bu bir demokrasi manifestosudur" diyenler de çıktı...
Evet, geniş bir tarihsel perspektiften bakmayınca günübirlik bakınca öyle demekte bazı insanlar sakınca göremeyebiliyor. Aynı bakış açısına sahip siyasetçiler, hukuk profesörleri de 1961 Anayasası'na "demokratik, çoğulcu, özgürlükçü" diyebiliyor. Hakkını yemeyelim, 1982 Anayasası da aynı mantığa göre demokrasi manifestosuydu. Çünkü oralarda da çokça "demokrasi, hukuk, özgürlük" kelimeleri geçiyor. Bir manifestodan söz edebilmek için, o metnin demokratik bir siyasal sistem konsepti içinden türetilmiş ve kaleme alınmış olması, demokratik bir hukuk felsefesine dayanıyor olması gerekir. Yazılı hukuk kurallarıyla var olan, onlarla yetki kazanan yargı kurumu ve yargıçlık makamı, yazılı hukuk kurallarını yaratan siyasal kurumlara mürebbiyelik yapmaya başladığında ortaya çıkan konuşma, çok şey olabilir, ama demokrasi manifestosu olmaz.
İTTİHATÇILIĞIN SON KURBANI HRANT DİNK'TEN METAFOR DEVŞİRMEK ACITICI
Siyasal alanda kullanılan özellikle Başbakan'a yönelik gömlek tartışmasının Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından dillendirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yakışmadı. Yorumlanacak bir tarafı yok. Konuşma içerisinde bir yerde "güvercin ürkekliği" ifadesi de vardı. Bir yandan İttihatçı bir geleneğin devamı niteliğinde bir tutum alınırken diğer yandan da, İttihatçı geleneğin son kurbanı olan HrantDink'ten metafor devşirmek ayrıca acıtıcı.
Ama şunu da belirtmek zorundayım. Haşim Kılıç'ın konuşması, emekliliğine hazırlanan bir başkanın kişisel haleti-ruhiyesi ile ilgili. Bu yönüyle kendinden öncekilerle çok da farklı değil. Bu yüzden konuşmayı Anayasa Mahkemesi'nin kurumsal yapısıyla doğrudan ilişkilendirmek de çok doğru olmaz.
Anayasa Mahkemesi'nin kurumsal yapısı, işlevi konusunda özellikle de bireysel başvurunun yapılmasından sonra bu konuya hiç
değinilmedi. Siz bu konuyla ilgili yargının denetimi konusunda neler söylemek istersiniz?
2010 yılında gerçekleştirilen Anayasa Mahkemesi değişiklikleri yargı açısından tabii ki pozitif bir aşamaya işaret ediyor. Yargıda kısmi demokratikleşme oldu ve bunun sonuçlarını gördük. Ama Türkiye daha fazla demokrasiye daha fazla özgürlüklere ihtiyaç duyan bir ülke. Bunun için de Anayasa Mahkemesi'nin kurumsal yapısının tam anlamıyla demokratikleşmesi gerekiyor. Bu haliyle Anayasa Mahkemesi'nin devam etmesi mümkün değildir. HSYK da, yargı da bütün olarak bu şekilde devam edemez. Bireysel başvuru Türkiye tarihinin en doğru kazanımlarından biridir. Ama bu durum, meşruiyet eksiği bulunan Anayasa Mahkemesi'nin hatalı kararlarını meşrulaştırmıyor. Meşruiyet açığı bulunan mahkemenin elinde riskli bir araca da dönüşebilir. Zira kanunları denetlerken, sadece soyut kurallar üzerinden etki yaratabiliyordu. Şimdi ise bireysel başvuru nedeniyle hayatın somut meselelerine doğrudan müdahale etme imkanına sahip oldu.
Liberal demokrasiler standartlarında demokratik meşruiyet açığı kapatılmış çoğulcu Anayasa Mahkemesi oluşturmak suretiyle vesayetçi gelenekten tamamen kurtulan, ama siyaseti hukuk ile etkin bir şekilde denetleyen bir kuruma kavuşacağımızı düşünüyorum. Siyasetin "demokratik" bir hukuk ile denetlenmesi zorunlu. Bunu yapabilirsek Türkiye kazanır.
MAHKEME KENDİNİ DEVLETİN MEKANINDA GÖRÜYOR
TBMM Başkanı Cemil Çiçek; 'biz oraya azarlanmaya gitmedik' dedi. Anayasa Mahkemesi kendisini bütün toplumun üzerinde bir mahkeme ya da kurum olarak mı görüyor?
Genel olarak böyle bir yapı var. Anayasa Mahkemesi olduğu zaman mesela bu refleks kaçınılmaz olarak bir yargı sosyoloji tarafından üretiliyor. Özellikle Türkiye'de yargı demokratik meşruiyete sahip olmadığı için kendini devlet mekanında görüyor. Devlet mekanında gördüğü için devletin sahipliği psikolojisiyle de harekete geçebiliyor. Bunu besleyen farklı etkenler vardır. Birincisi kanun namına konuşma ayrıcalığı. Cübbe giyip eline kanunu aldığında, kanun namına karar verdim diyor. Karar verdiği zaman hakikati teke indiriyor. Hakikat tekeline sahip olduğunu vehmediyor. Oysa yargıcın böyle bir yetkisi yok, o sadece hukuk kuralını bir olaya uygularken o an için ulaştığı sonucu bir karar biçiminde ilan edebilir. Yani davanın muhataplarına hakikati sunmaz, sadece bir karar sunar. O kadar.
İTTİHATÇI YARGI ÖRGÜTLENMESİ
Bunlar tabii ki psikolojik, sosyo-kültürel etkenler. Bir de İttihatçı yargı örgütlenmesinin ideolojik hakikat tekelini de yargıya bıraktığını unutmamak gerekir. Psikolojik, sosyo-kültürel etkenler ile ideolojik hakikat tekeli ile yetkilendirmeye, bir de yargıçların kendi kapalı dünyalarında paralel bir gerçeklik ürettiklerini ve bu paralel gerçekliğin, "doğru", "yanlış", "zararlı" veya "kötü" algısına göre hareket ettiklerini unutmamak gerekir. Bu etkenler hem kararları, hem de konuşmaları belirliyor. Siyasetçileri terbiye etme hakkı da "doğal" bir hak olarak anlaşılıyor, kuşkusuz
PARLAMENTONUN ÇIKARDIĞI KANUNLAR HAKKINDA İHSASI REYDİR
Paralel yapı ile ilgili çok eleştiri yapmamış olması hatta cadı avı imasında bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konuşmanın bu boyutu gerçekliği ıskalanmayla açıklanabilir belki... Konuşma paralel yapının varlığı veya yokluğundan çok, bu "iddia" nedeniyle yargının yaşadığı sıkıntıya odaklanmış. Burada bir önemsizleştirme, görünmezleştirme çabası var gibi.
ir de 17 Aralık ile başlayan süreçte demokrasi ve kamu güvenliği için çok ciddi bir tehdit haline gelen paralel yapıyla mücadele etmek için hızla kanunlar çıkarıldı. Parlamento gece gündüz çalıştı.
Anayasa Mahkemesi Başkanı konuşmasında bu değişiklikleri "Haklı bir neden olmaksızın, kamu yararı gözetilmeden, siyasal amaçları gerçekleştirmek düşüncesiyle yazılı hukuk kurallarında çok sık aralıklarla yapılan değişiklikler" olarak niteliyor. Bu ifade çok tehlikelidir. Bu, yasamanın anayasal yetkilerini tanımamaktır. Parlamentonun çıkardığı kanunlar hakkında ihsası reydir. Siyasal takdire karışmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti demokrasisini, özgürlüklerini, ulusal birliğini ve barış sürecini korumak için gerekli adımları atmaya devam edecektir. Bunu bazı yargıçların kişisel tutumlarına elbette endekslemeyecektir.
"Kişiler değişse de İttihatçı sistem değişmediği sürece her şey eskisi gibi devam ediyor" diyebilir miyiz?
Aynen öyle. Ama endişelenmeyin, pek çok şey eskide kaldığı gibi, darbeci anayasal düzeni de geride bırakacağız. Liberal bir demokrasiyi Türkiye fazlasıyla hakediyor. Bu konuşmayı konuşmak yerine daha önemli işlerimiz var yani…