BENDE O GÖSTERİŞLİ TORUN SEVGİSİ GELİŞMEDİ
- Babanızın hayal kırıklığını çok iyi anlatmışsınız. Bir Türkofil...
- Türkofil, hem de nasıl. Evde, babaannemle konuşmamı engelleyecek kadar çok. Çünkü kadının Türkçesi berbat. İspanyolca biliyor ve ben babam yasakladığı için evde İspanyolca konuşamıyorum.
- Babanız niye CHP'ye üye oluyor; halk evlerinde ücretsiz ders veriyor?
- Mustafa Kemal Paşa'yı daha Atatürk olmadan 1920'lerin başında tanımış. O zamanlar Çubuk Barajı yeni yapılmış. Orada ağaçlar altında rakı içiliyor. Babam da oraya gidiyor. 20 yaşında gencecik bir adam ve bu komutana âşık oluyor. Heyecan da var.
- Sonra babanız Varlık Vergisi faciasında bütün malvarlığını kaybediyor. Bu da yetmezmiş gibi Aşkale'ye taş kırmaya gönderiliyor, ödeyemediği vergi borçları için. Sağlığını kaybediyor. Ama anladığım kadarıyla duygularını yansıtmayı sevmiyor; yoktu; bizim defterleri o tutardı. Bir gün benim yazıhaneye geldi, 'Gel, benim içimde bir uhdedir, sana anlatayım,' dedi. 'Ben devletime ihanet etmiş olsaydım beni mahkemede idam ederlerdi, tamam. Peki devlet bana ihanet etmiş olsaydı?' Sonra büyük bir hüzünle dedi ki: 'Hiçbir şey olmuyor. Devlet farkında bile değil günahının, cinayetinin, ihanetinin. Bırak özür dilemeyi, bırak tazminat vermeyi, bunlardan vazgeçtim, farkında bile değil hatasının. Hiç uğraşma.' Ve o duyguyla 1968 yılında 67 yaşında öldü adam.
- Babanızla ilgili eleştirilerinizi söylediniz; cevapları kendisinde kaldı. Çocuklarınızla ilgili bölümlerde ise onları yetiştirme felsefenizi anlattınız.
- Çocukları mahvetmenin, onları işe yaramaz hale getirmenin en kolay yolu her istediklerini yapmaktır. Bu yüzden bazen söylüyorum, zengin ailenin çocuğu olarak doğmak aslında bir felakettir, zavallılıktır. Bir tehlikedir. Herkes benim gibi davranmıyor. Bazı zengin ailelerde gördüm; zannediyorlar ki her istediklerini vererek çocuklara iyilik yapıyorlar. Halbuki çocuk, hizmet eden insanlara, eşyalara, oyuncaklara olan saygısızlıkları orada öğreniyor.
- Ama yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğmak da kolay değil.
- Yine de yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğmanın muhteşem bir avantajı var. Sıfırdan başlıyorsun. Daha aşağı inemezsin. Tek yolun yukarı doğru. Mutluluğun bir tarifi de şudur: Bugünkü şartların dünkü şartlara göre daha iyiyse ve yarınla ilgili beklentilerin bugünkü şartlarına göre daha iyiyse sen mutlusun.
- Çocuklarınız sizi katı davrandığınız için eleştiriyor olabilirler mi?
- Hayır. Basılmadan önce kitabı ikisine de okuttum; üzerinde tartıştık. Her ikisinden de aldığım mesaj şu oldu: 'Allah senden razı olsun ki böyle akıllı doğdun da bizleri iyi insanlar yaptın.' İkisi de vardıkları noktanın idrakindeler. Kızım kendi iki oğluna da aynı şekilde muamele ediyor. Leyla her yıl çocuklarıyla Hillside Fethiye'ye gidiyor. Geçen yıl, oğlu Eros 11 yaşında, annesine geliyor. 'Anne! Burası dedeminmiş. Neden bize söylemedin?' diyor. Annesi de diyor ki: 'Deden burayı inşa ettirdi farksız olarak tatilin sonunda faturayı öderiz.'
- Torunlarınızdan söz etmişken... Kitapta 'Galiba bende bir tuhaflık var. Bende bir torun sevgisi oluşmadı,' diyorsunuz.
- Hayır, katiyetle. 'Bende herkesin alıştığı o sıcak, gösterişli torun sevgisi gelişmedi,' diyorum. 'Yok' demiyorum, gelişmedi. Bundan bir ay önce Leyla'nın evine gittim. Leyla henüz gelmemişti. Torunlarla televizyon karşısında oturdum. Bunlar oyun oynuyorlar; adamlar çıkıyor, mitralyözle tarıyorlar; devamlı adamlar ölüyor. Düşündüm, bu çocuğa desem ki 'Neden devamlı adam öldürmeleri seyrediyorsun?' Hem çocuk anlamayacak neden sorduğumu hem de ben anlamayacağım çocuğun cevabını. Çünkü iki ayrı dünyayız. Ben böyle adam öldürmelerin bir çocuğa heyecan verdiğini düşünemiyorum. Ama şimdi kalkıp 'Bunları oynama, seyretme,' diyemem. Ben gidince devam edecek. Ve diyecek ki 'Dedem buraya geldiği zaman benim akşamımı berbat etti.' Bunun için vazgeçtim. 45 dakika geçtikten sonra Leyla geldi. Baktı ekranın karşısında birlikte oturuyoruz. 'Hep bunu mu seyrettiniz?' diye sordu. 'Evet,' dedim; 'Çünkü Eros bunu seviyor, ben de alıştım.' 'Peki hiç konuşmadınız mı?' 'Bir iki cümle ben söyledim' dedim. O da 'Hın hın' dedi. 'Anladım ki çok konuşma meraklısı değil.' Ne yapayım. Ben uğraşıyorum ama olmuyor.
TÜRKİYE'DE SOSYAL DEMOKRASİ ANLAŞILAMADI
- Kitapta 'Başarısızlık öyküleri yazılıp okunmaz ama insan başarı öykülerinden öğrendiğinden daha fazlasını başarısızlık öykülerinden öğrenir,' düşüncesini vurgulamışsınız.
- Başarısızlık öğretir. Aynı hatayı yapmamayı öğrenir ve akil olma yolunda ilerlersin.
- Sizin hayatınız söz konusu olduğunda nedir bu başarısızlıklar?
- En büyük başarısızlığım, Zonguldak Kömür Madenleri'ni kapattıramamaktır. 40 yıl uğraştığım halde olmadı. Onun heyecanıyla Karadeniz'de somon balığı yetiştirmeye uğraştık, o da olmadı. 8 milyon dolar para yatırdık ve batırdık. Beş-altı sene uğraştık. Karadeniz suyu ısınıyor ve somon yetiştirmeye müsait değil. Ama baştan bana bunu söylemediler. Norveç'ten geldiler; 'Tamam, olur,' dediler, beni gaza getirdiler, ben de onlara inandım. Ama daha sonra başarıya dönüştü iş. Norveç'ten somon ithal etmeye başladık ve Türk milleti somonu keşfetti. Şimdi herkes somon yiyor.
- Ama aynı hatayı iki kez yapmamak gerekir, diyorsunuz sanırım. Hayatınızda hiç yapmadınız mı bunu?
- Başarısızlıkta ısrar etmemek, fark edince vazgeçmek önemli. Bir başka başarısızlığımı daha söyleyeyim. 1951-54 arası İsveç'teyim ben. Orada sosyal demokratlarla beraberdim. İsveç'i müreffeh hale getiren muhteşem bir yönetim. Burada sosyal demokrasiyi yaymak istedim. Aradan 60 sene geçti halen bir şey olmadı.
- Sosyal demokrasi dediğimiz şey sizce Türkiye'de anlaşılabildi mi?
- Hayır! Hele bugün öyle bir kemikleşmiş bir durum var ki. Bunun en büyük suçlusu, sosyal demokrat olduğunu iddia eden partideki sözü geçen insanlar. Ta baştan beri. Sahte bir tabela astılar partinin kapısına, sosyal demokrat parti dediler, içerde sosyal demokrasiyle ilgili hiçbir şey yok. Böyle bir çarpıtma ile bugün bütün Türkiye'nin insanları zannediyorlar ki sosyal demokrasi eşittir gözü kapalı Kemalizm, devletçilik, sermaye düşmanlığı. Bugün halen bürokrasinin çeşitli noktalarında özelleştirmenin Türkiye'nin çıkarına aykırı olduğuna inanan insanlar var. Bu bana çok hüzün veriyor.
ÜZEYİR GARİH HAKLIYDI
- Ortağınız, rahmetli Üzeyir Garih 'Bu sosyal, siyasi çalışmaları bırak. Bunlar bizim işimize zarar verir,' derken acaba haklı mıydı? Bundan zarar gördünüz mü?
- Haklıydı. Zarar gördüm, hâlâ da görüyorum. Bu umutsuz bir vakadır. Bunu ailem de kabullendi. Ama ben değişemem ki. Kendimi inkar edemem. Üzeyir Garih arada bir odama girer 'Yahu, sen bunu neden yapıyorsun?' derdi. Bunu sorduğu zaman bilirdim ki benim cevabım ne olursa olsun anlamak istemeyecek. Anlamayacak değil, reddedecek. Demek istiyor ki 'Yapma bunları.'
- Ama halen yapıyorsunuz. Bir şeyi değiştirebildiniz mi Türkiye'de. Ya da bir şeyler değişti mi?
- Evet. Çok! Türkiye'de müthiş, muhteşem bir değişim var. Neden farkında değiliz biliyor musun? Çünkü o an belli olmuyor bunlar. 10 sene sonra 20 sene sonra denecek ki 'Müthiş bir değişim zamanıydı.' Bunu yakalayamıyorsun o anda. Ama ben bunu hissediyor ve görüyorum. İnsanlar uyanıyor. En büyük değişim olarak soru sorma melekesi gelişmeye başladı. Bunda medyanın da çok önemli katkıları var.
MASONLUK ESKİ HEYECANINI KAYBETTİ
- Kitaptaki bir bölüm masonluk tecrübenizle ilgili. Locaya girişinizi, devam etmeyişinizi, bazı ritüelleri anlatmışsınız. Biraderleriniz bundan alınmaz mı?
- Artık o da geçti. Eskiden böyle bir takıntı vardı, gizlilik vardı. Artık birçok adam açık açık dolaşıyor, biliniyor; o da tavsadı. Masonluk o eski heyecanını çoktan kaybetti. Süleyman Demirel kavgasından sonra soğudu.
- Locada iki konuşma yapmışsınız, biri kadınlarla ilgili.
- Acayip karşılandı.
- Acayip, çünkü localarda kadın yok.
- Kadın yok ama erkeklere demek istiyorum ki 'Kadınlara saygı gösterin.' Ben kadınsız bir dünyayı hiç düşünmedim. Masonluk da bana sorarsan, bu bakımdan biraz çarpık. Yani sırf erkek... Ama öyle kurulmuş ve devam ediyor.
- Karınızdan ayrısınız fakat boşanmadınız. Karınıza bir mektup yazmışsınız ve bunu kitaba koymuşsunuz. Dokunaklı bir mektup. Karınızla ilgili bölümde onun işinize karışmamasını, bir ev hanımı olarak hayatını idame ettirmesini, kendisini çocukların eğitimine vermesini övüyorsunuz. Kadınlar için 'Bir meslek sahibi olmalılar, kendi dünyaları olmalı, kendi başlarına var olmalılar,' derken bu durum sizin aile hayatınızla çelişmiyor mu?
- Yok, çünkü karımın karakteri buna müsaitti. Kendine yeter, kendi odası içinde mutlu olan, klasik müziğini koyup dinleyen, boş kaldığı zaman edebi kitaplar okumaktan büyük keyif alan, çocukların dersleriyle, yetişmeleriyle, ahlaki değerleriyle yakından ilgilenen bir kadındı. İsveç'teki mesleğini burada yapamayacak kadar aykırı idi. O zaman doğal bir şekilde onun mutluluğuna katkısı olacak bir hayat tarzı benim de işime geldi. Çünkü ailede bir huzur hissettim.
MAVİ MARMARA, YAHUDİ ZEKASINA HAKARETTİR
- Çocukluğunuzda size 'Yahudi kimliğini gizle, okulda söyleme, sokakta belli etme,' diyorlar. Ama sizin çocuklarınız açısından baktığımızda bu ille de saklanması gereken bir şey değil. Burada da mı bir değişim yaşandı?
- Tabii. Zaten en büyük değişim 1950'den sonra yaşandı. Menderes geldi, çok partili hayat, orada herkes eşit. Bu arada her iki tarafta da eski kafalı insanlar çok var. Hem büyük toplumda önyargılar hem de bizim toplumda korkular. Mesela bizim cemaat şimdi 100 küsur bin iken 21-22 bin kişi kaldı. Ama onlar içinde ben aykırı, çok hoşnut olmadıkları bir adamım. Zaten ismim aykırı. Çünkü çok konuşuyorum, çok ön plana çıkıyorum.
- Kitabınızda Yahudilik için 'kendini büyük bir aileye mensubiyet kuvveti' tanımlamasını kullanmışsınız. Bu kendini doğuştan ayrıcalıklı hissetmek değil mi?
- Katiyetle değil. Çok farklı bir sebep. Bir fizik kanunuyla açıklayayım. Bir balon düşünün. İçindeki gaz içerdeki tazyikle dışardaki tazyiki eşitliyor, bu sayede balon şişkin durabiliyor. İçerdeki gaz azalırsa balon söner. Bu yüzden aile sürekli teyakkuzda ve kenetlenmiş halde.
- Siz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmakla Yahudi olmayı birleştirdiğinizi söylüyorsunuz.
- İç içe yaşayabiliyor bunlar.
- 'Bizim vatanımız İsrail değil Türkiye'dir,' diyorsunuz.
- Öyledir, doğru.
- Bu iki ülke arasında bir çelişki ortaya çıktığında duygusal olarak zorlanmıyor musunuz?
- Her zaman gerçekten yanayım. Bu yüzden son Mavi Marmara olayında da açıkça tavır aldım. Hatta İsrail'den, Almanya'dan, İsveç'ten, her yerden televizyon ekipleri geldi, benimle röportajlar yaptılar. Herkese aynı şeyi söyledim. 'Bunun kadar salak bir politika düşünemiyorum,' dedim. 'Bu İsrail hükümetinin bir an önce düşmesi ve yerine Tzipi Libni'nin hükümet kurması gerekir,' dedim. Çünkü bu Netanyahu hükümeti hele yanındaki o faşist Lieberman ortalığı tarumar ediyor. Tek Müslüman ülke olan Türkiye'nin dostluğunu bu şekilde çöpe atmak yanlıştır. Hatta o kadar ileri gittim ki 'Bu adamların bu politikası dünya Yahudi zekasına hakarettir,' dedim. Bu da televizyonda çıktı. Daha ne diyebilirdim.
- Kitabınızda Tevrat'tan doğrudan alıntı ya da referanslar yok ama hadislerden referanslar var. Kültürel Müslümanlık böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm.
- Tabii. Aslında ben Tevrat'a hiç ilgi duymadım. Tevrat'ı okuduğumu da iddia edersem yalan olur. Bakmadım bile. Üstelik de beni soğutan bir şey oldu. Çocukken Ankara'ya giderdim ve annemin babası beni sinagoga götürürdü. O kitaptan kafamı her kaldırışımda sopa inerdi kafama. Ama kitaptan da bir şey okuyamazdım, çünkü İbraniceydi. Adam 'Oku,' diyor ama anlamıyorum ki. Bu bende sözünü ettiğim soğumayı doğurdu. Hadisler konusuna gelince... Bunlar kendiliğinden. Gazetede bile okuyorsun.
O GÜNÜ HEP UTANARAK HATIRLARIM
- Biraz esprili bir dille söyleyeyim. Size para istemek için değil de fikir istemek için gelindiğinde daha mutlu oluyorsunuz anladığım kadarıyla. Başarı ve zenginlikten daha çok önem verdiğiniz bir şey saygınlık, güvenilirlik ve sözünüzün dinlenmesi. Sosyal, siyasi çalışmalara yönelmenizin sebebi de bu muydu?
- 23-24 yaşımda İsveç'te Sosyal Demokrat Parti'nin gençlik kollarında aldığım bir eğitim var. O eğitim hayat boyu taşıdığım bir bagajdır. Toplumsal sorumluluk orada çok yüksek. Buraya taşıdım bu özelliği. Bir insan benden fikir istemeye geldiği zaman o da toplumun bir ferdi olarak yarın fikir verebilecek bir adam olur. Onu aydınlatmak isterim. Parasal istekten fazla dedin de. Kızıma söyledim. Bir arkadaşın, yakının senden borç isterse borç verme, hediye ver ve 'Bunu geri istemiyorum,' de. Onun dostluğunu kaybetmezsin. Borç verirsen, o borcunu geri ödeyemediği müddet içinde sana düşman olur. Psikoloji böyle gelişiyor. Kendini ezik hissediyor o insan.
- Biraz siyasi tarih okumuş genç bir insan olarak Türkiye'deki burjuvaziyi anlayamıyorum. Birçok konuda pragmatik olmak, ticari menfaatlerini düşünmek yerine tuhaf ideolojik tavırlar içerisine girdiklerini gözlemliyorum. Çoğu zaman rasyonel davranmıyorlar gibi geliyor bana.
- Ben seni farklı anladım. İdeolojinin de ötesinde sadece ve sadece maddi çıkarlarının doğrultusunda dünde kalmayı tercih eden adamlar olarak analiz ettim o adamları. Maddi çıkarları neredeyse o pusulayla yola çıkıyorlar; dünde şartlar iyi olduğuna göre farklı şartları reddediyorlar, demokrasi istemiyorlar, Ankara'yla yakın ilişkiler onları tatmin ediyor ve isyanım on yıllardır devam ediyor. Çünkü değişmiyorlar.
- Ama TÜSİAD'dan da ayrılmıyorsunuz.
- Ayrılmıyorum, çünkü TÜSİAD içinde mücadeleye devam edebiliyorsun. Dışında olsan kimse seni dinlemeyecek. İçerdeki bazı insanları ikna edebiliyorsun. Ben de ikna etmekle uğraşıyorum.
- TÜSİAD çok kötü sınavlar vermedi mi 28 Şubat sürecinde?
- O korkunç bir şeydi. Bülent Tanör'ün raporunun kabul edilmemesi ve yönetim kurulunun ibra edilmemesi. Bir hakaretti. Sen karar veriyorsun yönetim kurulu olarak, sonra da diyorsun ki 'Rapor bizi ilgilendirmez, biz demokrasi istemiyoruz.' Utanç vericiydi. O günü hep utanarak hatırlıyorum. Aynı şeyi 14 sene sonra bir daha yaşattılar bana. Geçen yıl. Cem Boyner çıktı ve 'Koyduğunuz bu raporun arkasında duracak mısınız?' dedi. Cem Boyner, Ümit Boyner'e ve onun arkasındaki yönetim kuruluna hitap ediyordu. Üç gün sonra durmadıklarını açıklıyorlar ve durmadıklarını Ümit Boyner açıklıyor.
EN YENİ ARABAM 20 YAŞINDA
- Bu sistem içerisinde sürekli üretmek ve büyümek zorundasınız. Sürekli daha çok çalışmak. Bir yazar şöyle bir benzetme yapmış: Sirklerdeki silindirin üzerinde koşan akrobatlar gibiyiz. Koşmayı bırakırsak düşeceğiz.
- Çok güzel anlatmış.
- Hiç şunu düşündüğünüz olmuyor mu: Bir sayfiye yerine gideyim, hamakta uzanayım, ayaklarımı uzatayım ve bu işlerle hiç uğraşmayayım artık?
- Oooof! (Gülüyor). İki gün sonra sıkıntıdan patlarım. Zaten Fethiye'ye gidiyorum ama ikinci gün sıkılıyorum. Denizi, yüzmeyi çok seviyorum ama böyle deniz kenarında şezlonga sereserpe oturmak... En büyük felaket, en büyük zaman kaybı. Hatta biraz daha ileri gideyim. Bence bu günahtır. Çünkü yaratan bana üretken olmayı emretti.
- Niye yeni araba almıyorsunuz kendinize?
- 68 model bir Mercedes'im var. Bir de 20 yaşında bir Lincoln'üm. Dört tekerlek. Bir farkı yok. O kadar çok alet koyuyorlar ki içine, çoğu kullanılmıyor. Neden hayat bu kadar komplikeleşiyor diye bazen merak ediyorum.
- 'Keşke'leriniz yok mu?
- Hiç keşke demedim. Ne olmuşsa, olması gerektiği için olmuştur. Başka türlü olamazdı da, onun için oldu diyorum.