Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Daha sonra "harcanan fırsat" denecektir

Türkiye'de demokratikleşme, kökleri derinlere giden kutuplaşmayı yumuşatamamış, buna karşılık kutuplaşma demokrasinin gelişmesinin önündeki temel engellerden birisi haline gelmiştir

Türkiye uzun bir katılım ve temsil tecrübesine sahiptir. 1877-78 yıllarında İstanbul'daki seçimlerin belirli bir temsili ortaya koyduğu (taşrada ayrı bir nizamnâme uyarınca yapılan seçimler atamaya dönüşüyordu), büyük bir savaşa karşın meclisini kısa süreli de olsa çalıştırabilmiş bir toplum, daha sonra 1908-1912 döneminde imparatorluk mirasçılarından bâzılarının bir daha göremeyecekleri bir çoğulculuğu yaşatmaya muvaffak olmuştu.
Avrupa'nın diğer çok uluslu imparatorlukları olan Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan ile karşılaştırıldığında bu kötü bir sicil değildi. Nitekim ağır savaş yenilgisi ve parçalanmaya karşın imparatorluk merkezi zorlu bir bağımsızlık savaşını tartışan bir meclisle yürüttü. Ancak bu geleneğin mirasçısı ulus-devlet yeniden tek parti rejimini canlandırarak seçimleri atamaya, meclisi ise bürokrasinin uzantısı bir kuruma dönüştürdü. Buna karşılık, İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük bir çatışma olmaksızın çok partili demokrasiye geçiş sağlanabildi.
Dolayısıyla 1950 yılına gelindiğinde Türkiye bölgesinde parlak bir örnek olmakla kalmayarak katılım ve temsil açısından Avrupa genelinde de anlamlı bir yer edinmişti. Bu başarıyı abartmamak, Türkiye'nin bu dönemden itibaren liberal demokrasinin en çarpıcı uygulamalarından birisi olduğu benzeri tezler ileri sürmemek anlamlıdır. Fakat bunun küçümsenmesi de doğru değildir.

Kutuplaşma geleneği

Türkiye'nin katılım geleneği açısından pek çok Avrupa toplumundan daha güçlü bir geleneğe sahip olmasına karşılık demokratikleşme alanında 1950'den günümüze son derece sınırlı gelişme kaydetmiş olmasının nedenleri üzerinde durulmalıdır.
Bu alanda tek parti toplum mühendisliği projesinden ordu-siyaset ilişkisine, resmî ideolojinin logokratik söylem düzeyinde sürdürülmesinden kimlik siyasetinin ağırlık kazanmasına ulaşan bir yelpazedeki nedenlerin altını çizmek mümkündür.
Ancak Türkiye'nin mirasçısı olduğu bir diğer geleneğin de demokratikleşmesinin kaplumbağa hızıyla ilerlemesinde önemli pay sahibi olduğunu belirtmek gerekir.
Türkiye kutuplaşmanın son derece keskin olduğu bir siyaset geleneğini devralmıştır. Demokratikleşmenin de yumuşatamadığı kutuplaşma siyasetin temel niteliklerinden birisi olma özelliğini sürdürmüştür.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı toplumu ve siyaseti ile ilgili eserler kaleme alan Charles McFarlane, Abdolinimo Ubicini ve Hippolyte Castile benzeri yazarlar bürokrasi içinde II. Mahmud döneminde başlayarak gün geçtikçe şiddeti artan "Genç Türk- Yaşlı Türk" kutuplaşmasına dikkat çekmişlerdir. Yeni Osmanlılar ile Fuad ve Âlî Paşalar gibi Tanzimat liderleri arasında tırmandırılarak sürdürülen bu kutuplaşma siyasete fazlasıyla çatışmacı bir nitelik kazandırıyordu.
Bu çerçevede karşıt kutuplar siyasî rekabet ve iktidar mücadelesi yapmaktan ziyade ötekileştirdikleri rakiplerini düşmanlaştırarak "vatana ihanet" ile suçluyorlardı. Bunun neticesinde iktidar baskıcılık dozunu artırırken, muhalefet de "her ne pahasına olursa olsun" iktidarı sonlandırmayı temel siyaset amacı haline getiriyordu.
Bu çatışma baskıcılığı artırarak muhalifleri "eşhas-ı muzırra" olarak nitelendiren II. Abdülhamid iktidarı ile "Varsa dünyada cânî/ Abdülhamid-i Sânî" ya da "Dünya görmedi bir eşini/ Köpekler sürüsün leşini" sloganları düzeyinde muhalefet yapan Jön Türklük kutuplaşması döneminde daha da ileri bir boyuta taşınmıştı.
II. Meşrutiyet döneminde aktörleri değişen bu kutuplaşma dozu artarak sürmüş, İttihad ve Terakki ile muhalifleri arasındaki ilişki iktidar mücadelesinden çıkarak tarafların yekdiğerini "vatana ihanet" ile suçladığı bir açık savaş boyutunu kazanmıştır. Kutuplaşmanın ulaştığı boyut ve çatışmanın sertliği, 1913 sonrasında fiilî tek parti rejimine geçişi de kolaylaştırmıştır.
İmparatorluk mirası üzerine kurulan ulusdevlette de kutuplaşma siyasetin temel niteliklerinden birisini oluşturmuştur. İlginçtir ki, demokratikleşme kutuplaşmanın dozunda ciddî bir azalmaya neden olmamıştır. 1950-1960 döneminde kahvehanelerin ayrılmasına varan kutuplaşma, demokrasi ve gerçek anlamda temsilin varolmadığı Tanzimat ya da Erken Cumhuriyet dönemlerinden fazla bir farklılık göstermiyordu.

Global eğilimler

Türkiye son yıllarda kutuplaşmanın dozunun, onun siyasetin temel niteliklerinden birisi olduğu bir ülke için dahi fazlasıyla arttığı bir toplum haline gelmiştir. Bunun dünyadaki genel eğilimle de uyum halinde olduğunu söylemek mümkündür. Başını hızla partizanlaşan medyanın çektiği pek çok etken günümüzde kutuplaşmanın daha keskin olduğu, çatışmacı toplumların şekillenmesine neden olmuşlardır.
Örneğin ABD üzerine yapılan çalışmalar bu toplumun günümüzde önceki dönemlerle kıyaslandığında çok daha kutuplaştığını savunmaktadır. Matthew Levendusky benzeri araştırmacılar bunun temel nedeninin partizan medya olduğunu ileri sürmektedir. James Wallner'ın de belirttiği gibi kutuplaşma "müzâkere"nin sonunu getirmiş, Senato benzeri kurumlarda artık tartışma değil önceden belirlenen çizgiler etrafında çatışma yapılmaya başlanmıştır. Pek çok Avrupa toplumunda da durum farklı değildir.
Türkiye'nin kendi geleneğiyle de birleştirdiği bu güncel eğilim, ortaya aşırı kutuplaşmış, karşısındakinin düşüncesini dinlemeyi reddetmekle kalmayıp ona saygı da göstermeyen, onu düşmanlaştıran, çatışmacı bir toplumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Partizan bir geleneğin mirasçısı Türk basınında bu eğilim daha da güç kazanmış, değişik temsil kurumlarında "müzâkere" yerini çatışmaya bırakmış, kutuplaşma "siyaset"in temel niteliği haline gelerek onun "normal" halini oluşturmuştur. Bunun demokrasi açısından önemli bir sorun olduğunun altı çizilmelidir.

Kader mi?
İlk bakışta bir çelişki gibi de gözükse demokratikleşme girişimlerine ve bu alanda katedilen küçümsenmeyecek mesafeye karşın kutuplaşma son yıllarda ivme kazanmıştır. Demokratikleşme kutuplaşmayı yumuşatamamış, buna karşılık kutuplaşma demokrasinin gelişmesinin önündeki temel engellerden birisi haline gelmiştir.
Türkiye'nin bu nedenle, global düzeyde revaç bulan eğilimlere de karşı çıkarak, güçlü tarihî kökleri olan ve demokrasisinin gelişmesi önündeki en temel etken haline gelen kutuplaşma sorununa çâre üretmesi gerekmektedir.
İçinde bulunduğumuz ortamda bunun ne denli zor olduğu ortadadır. Ancak bu zorluk kutuplaşmanın önlenemez bir toplumsal olgu olarak algılanmasına neden olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, tazelenen aktörlerle kendini sürekli biçimde yeniden üreterek "siyaset" ile özdeşleştirilen kutuplaşma daha sonraki dönemlerden bakıldığında "anlamsız biçimde harcanan fırsatlar" olarak görülmektedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA