Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Ankara, Ankara 'yıkık' Ankara...

Ankara, dünya mimarlık tarihinin, 20. yüzyıldaki en ilginç örneklerinden biridir. 1930'lardan itibaren devletçi bir zihniyetle inşa edilen şehrin özellikle Ulus bölgesini otoriter görünümüne rağmen korumalıyız

Yıllar önce Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde hocalık yaparken bir mimar arkadaşımla konuşuyordum.
Söz döndü dolaştı malum konuya geldi. Türkiye'de kentlerin yaşadığı acımasız 'değişimden' söz ettik. Hep eski yapıların ve kent dokusunun ortadan kalkmasından söz açarız ya, bu defa dostum, yahu dedi, ben mimarlık tarihi derslerinde öğrencilerime 1960'ların binalarını gösteremiyorum.
Bu konuşma aramızda, günü gününe 17 Mayıs 1996 tarihinde geçmişti. Yani yaklaşık 20 yıl önce ve dostum bana o tarihten 35 yıl önceki yapıların yerinde yeller estiğinden söz açıyordu. Bu mantıkla, 1980'lerin yapılarını arayacağız yerlerinde, bundan sonra; yel üfürmeyecek, su götürmeyecek, eskiden olduğu gibi ama insanlar, belediyeler, kurumlar ortadan kaldıracak onları.
Bu konu/şma zihnimi şimşek gibi, arabayla Esenboğa Havaalanı'ndan Meşrutiyet Caddesi'ndeki eve giderken, tam İller Bankası binasının önündeyken yalayıp geçti. Daha doğal ne olabilirdi, kısa bir süre önce o binanın yıkılacağını öğrenmiştim.

OTORİTER BİR ANLAYIŞ
Mimar Seyfi Arkan
binayı 1935-37 yılları arasında yapıyor.
Arkan ilginç bir isim.
İstanbul'daki akademi eğitiminden sonra Almanya'ya gidiyor. Orada 1929-33 yılları arasında kalıyor. İstanbul'da okurken Vedat Tek ve Mongeri'nin öğrencisi oluyor. Almanya'da da Poelzig'in atölyesinde çalışıyor. Bilenler, o dönem Almanya mimarisinin özelliğini bilirler. Keskin, koyu, taviz vermez bir modernizm hakimdir çizgilere. Bauhaus, 1920 gibi başlamış, 1930'ların ortasında tamamlanmış bir akımdır ve bütün dünyayı boydan boya etkilemiştir.
Modernizmin o da amansız bir savunucusudur ama işin içine el emeğini, işçiliği de sokmuştur. Fakat asıl mesele, Arkan'ın döndüğü yıl, Hitler'in iktidara gelmesidir. O tarihten başlayarak mimarlık Almanya'da da şiddetli bir değişim geçirir. Modernizm doludizgin yoluna devam eder ama işin içine bir de 'anıtsallık' girer. Albert Speer, Hitler'in mimarıdır ve ona 'ideal şehir' tasarlar.
Hitler, ölüm 'bunker'inde bile bu hayali şehre bakıyordu.
Türkiye bu mimarlıktan elbette etkilendi. Eski Ankara sokaklarında dolaşırken, çocukken aklımın ermediği o mimarlığın, sonradan öğrendim Bauhaus örnekleri olduğunu. 1930'dan itibaren Kemalist rejim kendi kentinden ziyade ülkesini inşa etmek isteyince birbiri ardınca hem yarışmalar açtı, yapılar kurmaya başladı, hem de Almanya'dan mimarlar getirdi.
Yabancı mimar getirilmesi kaçınılmazdı. 1930'lara kadar devrimler yapılmıştı. Aynı yıllarda başlayan 'devletçilik' aynı zamanda kalkınmayı öngördüğünden ve kalkınmanın sosyal devlet düşüncesine dayanmasından kitlesel sosyal yapılara ihtiyaç vardı. Yapacak olanlar da modernist olsun isteniyordu.
Halbuki, 1930'lara gelinceye kadar yerel mimarlığın ve Osmanlı mimarlığının dönüştürülmesine dayanan bir anlayış hakimdi. O yaklaşımın bu ölçeği kuşatamayacağı varsayılıyordu.
Kent planlaması yeni bir şeydi, yeni isimlerin yapması isteniyordu.
Ankara bu düşünceden doğdu. Doğrudur, yanlıştır o ayrı mesele. Ama hiç şüphe yok, Ankara, dünya mimarlık tarihinin, 20. yüzyıldaki en ilginç örneklerinden biridir. Bunu biraz daha genişletip, 1930 sonrası Türkiye'si, mimarlık tarihinin en çarpıcı tecrübelerinden birini meydana getirir demek de mümkün. Bu konunun en dikkate değer kitabını yazmış olan Sibel Bozdoğan'ın Modernizm ve Ulusun İnşası Erken Cumhuriyet Türkiyesi'nde Mimari Kültür isimli yapıtını okumak bile bu ilginç vakanın derinliğine nüfuz etme imkanı verir. Her mimarlık gibi onun da arkasında bir ideoloji vardı, bir tahayyül yatıyordu.
Elbette otoriter bir anlayışa sahipti. Bunlara katılmak veya katılmamak ayrı bir meseledir.
Ama o birikim artık bütün bir insanlığın malıdır. Gerekirse, 'kötü örnek' olarak kullanılsın, yeter ki, yerinde dursun. (Bendeniz şimdi yıkılmasına karşı şu yazıyı yazdığım İller Bankası binasına asla alışamamışımdır, asla sevmemişimdir.
Bu yazıyı biraz da o nedenle, sevmediğimiz bir yapının korunması gerektiğini ifade etmek için yazıyorum.)

ESKİLERİ KORUMAK
Ankara'da Ulus bölgesindeki
yapıları bir bütün olarak düşünüp, o bölgeyi bir bütün olarak koruma altına almak gerekir. Ne nostalji duygum vardır, ne eskiye ait şeyleri severim ne de geçmişi bir hayal unsuru olarak içimde yaşatırım. Ama gene de ilk Meclis binasından Hergele(n) Meydanı'na, Sıhhiye'ye, kadar olan bölümdeki, Bakanlıklar semtindeki yapıların bir bütün olarak ayakta kalması gerektiğini savunurum. Zamanında, değerli merhum dostum Raci Bademci'nin uyguladığı Hacı Bayram projesi de o bölgeyi bugünkü 'mezbele' veya 'döküntü' halinden çıkarmaya yetmedi. Çünkü onun bütün çabasına rağmen böyle bir bilinç yoktu ortada. O bilinç hâlâ yok. O kadar yok ki, gene duyduğuma göre Şevki Vanlı'nın tasarladığı Meclis Başkanı Konutu da yıkılıp yerine yenisi yapıldı. Bir kent, bir geçmiş, bir hafıza ancak bu kadar tahrip edilebilir. Hem hafıza kaybı yaşamak ve yaşatmak hem de muhafazakarlık nasıl oluyor, doğrusu anlayamıyorum. Bu 'tarihselciliğin' de dışında bir tutum ve davranıştır ve eşi menendi görülmemiştir.
Oysa eskileri yerinde bırakırsak ve gerekiyorsa yanına yenilerini yaparsak o zaman sadece muhafazakar olmakla kalmaz, modern de oluruz.
Unutmayın, muhafazakarlık esasen modern bir kavramdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA