Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Almanya’daki Türkler neden “kayıp?.”

"Almanya'da 55 bin Ermeni asıllı var. Buna karşılık Türkiye'den göçenlerin sayısı, sadece Berlin'de 170 bin olmak üzere, 3 milyon. Buna rağmen Alman Parlamentosu, hem de durup dururken, Türkler aleyhine bir kararı nerdeyse ittifakla kabul ediyor. Nerde Türk diyasporası?. Nerde Türk Lobisi" diye sormuştum, hafta başında..
Almanya'da, Frankfurt'ta yaşayan sevgili kardeşim Dr. Erdoğan Karatay'dan bir mail aldım. Kelimesine dokunmadım, aşağıda size sunarken.
Bu ülkeyi yönetenlerin hepsinin kelime kelime okuması gerek "Bu sayıda başka bir topluluk olsaydı yer yerinde oynardı ve kimse 'Soykırım tasarısı'nın adını anmaya cesaret edemezdi, bırakın meclise getirmeyi" diyen Doktor Karatay'ı..

***
Sevgili Ağabey,
"Türk Diyasporası ve lobisi niye yok" diye soran yazını okudum. Yıllardır Almanya'da yaşayan birisi olarak bu konuda iki kelime etmek isterim.
Söylediklerinin çoğuna katılıyorum, lobi gerçekten hayati önem taşıyan bir olay.
Almanya'da 3 milyon Türk'ün yaşadığı da doğru. Ancak:
1- (Sana katılıyorum) Türkler'in arkasında kesinlikle devlet desteği yok! Buraya bir sürü politikacı geliyor, konuşuyor konuşuyor; burada yaşayan, o toplantılara gidip politikacıları alkışlayan insanlar da, bir yerde deşarj oluyor, kalabalığı görünce milliyetçilik duyguları kabarıyor, coşuyorlar.. Ertesi gün o coşku bitiyor. Devletten somut bir destek, ben 25 yıldır görmedim.
2- Almanya'da (Eminim diğer Avrupa ülkelerinde de öyle) lobi oluşturan Türk topluluğu maalesef yok! Bunu biraz açmak istiyorum:
Almanya'ya 60'lı yılların başında ilk gelen Türkler'in (Almanlar'ın deyimiyle: Gastarbeiter-misafir işçiler) amacı sadece, hemen para kazanıp mümkün olan en kısa sürede ülkelerine dönmekti. Gözlerinde, kafalarında başka hiçbir şey yoktu (Almanya'ya ilk gelenlerden olan benim babam da buna dahil!).
Bu nedenle, diğer bütün unsurlar gözardı edildi. Herkes tarafından! Türk devleti memnundu, bu sayede ülkedeki işsizlik azalacaktı.
Alman devleti memnundu, savaştan sonra yerle bir olan ülkede iş gücü kalmamıştı, çeşitli ülkelerden (Başta Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Portekiz, İtalya ve İspanya'dan) ucuz iş gücü gelecek, ülke kalkınacaktı. Alman hükümeti gelecek işçileri İstanbul'da önemli ve detaylı bir muayeneden geçirtiyordu Almanya'dan yolladığı kendi doktorları aracılığıyla. Ama insanların psikolojisiyle ilgilenen yoktu. Kişinin eğitim düzeyinin hiç önemi yoktu. Hatta okuma- yazma bilip bilmemesinin de hiç önemi yoktu!
Bu insanların çoğu büyük şehir görmemiş, köylerde yaşayan, okuma yazması olmayanlardı.
Almanya'ya genellikle Sirkeci Garı'ndan kalkan trenlerle gidiliyor, ilk varış noktası Münih tren garı oluyordu. Oradan dağıtım yapılıyor, herkes Almanya'nın çeşitli şehirlerindeki fabrikalara işçi olmak üzere gene tren veya diğer taşıtlarla taşınıyorlardı.
Bir de uçakla yolculuk faciası var tabii. Nadiren de olsa uçakla Almanya'ya götürülen işçiler de vardı.
Bir uçak dolusu işçi.. Uçakta verilen yiyecek en ucuzundan ama en doyuranı, yani ekmek arası sucuk. Uçak Almanya'ya iniyor, kapılar bir açılıyor, dışarıya müthiş bir sarımsak kokusu dağılıyor. Bunun üzerine Türkler'in adı "Sarımsak yiyici"ye çıkıyor. Daha ileriki yıllarda, yabancı düşmanlığının arttığı dönemlerde, aşırı sağcı Almanlar, Türkler'den (Affedersiniz) "Knoblauchfresser- Sarımsak yiyen hayvan" şeklinde bahsederek dalga geçiyorlardı. Bugün belli bir yemek kültürüne yabancılar sayesinde kavuşan Almanlar'ın sofralarından sarımsak eksilmiyor, o da işin ironik yanı.
İşte o Türkler'in memlekete geri dönme zamanı uzadıkça uzadı. Giderek yavaş yavaş eşlerini de yanlarına getirmeye başladılar. Özlem çok, yalnızlık zordu. Ayrıca Almanya'da herkese iş vardı. Bazılarının eşleri bir süre sonra çalışmaya başladı, şimdi iki maaş vardı artık. Hedeflenen paraya daha çabuk ulaşılıp, memlekete daha kısa sürede dönülebilirdi. Derken yıllar yılları kovaladı, bu arada bu birinci kuşak Türkler Almanca da öğrenmedi, öğrenemedi.
Öğrenmedi çünkü burada nasıl olsa geçiciydiler.
İçlerinden çıkan az sayıda tercüman (Babam da bunlardan biriydi), dertlerini makamlara anlatmalarına yardımcı oluyordu. Neden zamanlarını Almanca öğrenmeye harcasınlardı ki?
Öğrenemedi, çünkü Türkçe'yi doğru dürüst bilmiyordu, hatta okuma yazma bilmiyordu, Almanca öğrenmek istese de mümkün olamadı.
Zamanla, aileler gelişti, çocuklar oldu ve geri dönen ufak bir azınlığın dışında misafir işçiler Almanya'da kalmaya karar verdiler.
Bu arada büyük problemler de başladı. Başlangıçta Almanca öğrenmeyi zaman kaybı olarak gören Türkler, resmi makamlara derdini anlatmaya az sayıdaki tercüman veya Alman okullarına giden çocukları vasıtasıyla çalışıyorlardı.
Ama asıl sorun sağlıktaydı. Doktorlara bir türlü dertlerini doğru dürüst anlatamıyorlardı.
Tercüman vasıtasıyla dert anlatmak herkes için büyük bir külfetti. Doktor hastasının derdini tam anlayamadığı için doğru teşhis koyamıyor, birçok basit hastalık ölümcül sonuç bile doğurabiliyordu. Bazı hastalar dertlerini tercümanın ya da tercüme edecek çocuk veya yakınlarının bilmesini istemiyor, bilerek eksik veya yanlış şeyler söylüyorlardı. Birinci kuşak sağlık açısından maalesef kayıp bir kuşak oluyordu.
Ve diğer sorunlar..
Bir Alman politikacının şu ünlü sözü söyleyeceği günler gelmiş oluyordu: "Biz işgücü istedik, insanlar geldi!."
İkinci kuşak, arada kalmış bir nesildi, Almanca öğrenmeye başlayan bu kuşak, yavaş yavaş Almanya'da yaşama ayak uydursa da, koşullar değişiyor, artık işgücü ihtiyacı azalıyordu. Ve bu kuşak, birinci kuşak ailesinden Almanya'ya uyum sağlayıp gelişebilecekleri desteği alamıyordu.
Uyum tam olamıyordu bir türlü. Aile kurmalar genellikle Türkiye'den eş getirilerek oluyor, gelen eşler de tek kelime Almanca bilmiyordu.
Bu arada Türkiye'den daha önceleri çok az olan beyin göçü, yavaş yavaş Avrupa'ya ve dünyaya akmaya başlıyordu: Doktorlar, mühendisler, avukatlar Almanya'da çalışmaya başlıyor, ya da ikinci kuşağın çok az bir bölümüyle, üçüncü kuşaktan üniversite okuyanlar çoğalıyordu.
Bu arada Türkler de artık kendi işlerini kurmaya başlıyordu. Ufak kasap, bakkal gibi işletmeler, yerini süper marketlere, seyahat acentelerine, hatta fabrikalara bırakıyordu. Misafir Türk işçileri, artık Almanya'da Almanlar'dan sonraki en büyük topluluktu.
Bu gelişmeler olurken, onları olumlu yönetecek, oluşan bu gücü organize edip doğru kullandıracak kimse yoktu ortalıkta. Yani "Lobi" oluşturacak devlet desteği hiç olmadı Almanya'da.
Zamanla karmaşık yaşayan Türkler, toplu mahalleler oluşturmaya başladılar. Artık Almanlar'a ihtiyaçları da yoktu: Türk doktorlar, hatta kliniklerde Türk başhekimler, Türk diş doktorları, Türk eczacılar, Türk avukatlar, sahibi Türk olan fabrikalar. Camiler de gittikçe çoğaldı. Hatta ufacık bir kasabada bile iki farklı mezhebin iki farklı camisi oldu.
Özetle, şu anda, adeta ülke içinde bir ülke durumu var, Almanya'da. Bu ikinci ülkede yaşayan Türkler Lobi konusunda son derece zayıf ve organize olmaktan son derece yoksunlar.
Bu sayıda başka bir topluluk olsaydı yer yerinden oynardı ve kimse "Soykırım tasarısı"nın adını anmaya cesaret edemezdi, bırakın Meclis'e getirmeyi.
Almanya'daki 'misafir işçilerin' hikayesini özetlemeye çalıştım.
Doğrusunu istersen, devlet çok büyük bir ağırlık verse veya profesyonel bir lobi kuruluşuyla anlaşılsa bu durum değişir mi?
Çok geç kalındı. Hemen sonuç alınır diye bir umudum yok.. Bundan sonra ancak Üçüncü Kuşakları organize edebiliriz, çünkü..

YAZARIN BUGÜNKÜ DİĞER YAZILARI
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA