Birkaç
yıl önce İstanbul Film Festivali'nde izlediğimiz Jeff Zimbalist ve Michael Zimbalis imzalı
İki Escobar/The Two Escobars belgeseli Kolombiyalı uyuşturucu baronu Pablo Escobar ile Dünya Kupası'nda kendi kalesine gol attığı için öldürülen bir başka Kolombiyalı, futbolcu Andres Escobar'ın paralel giden öykülerinden bize Kolombiya'nın şahane portresini sunuyor ve herhangi bir Kolombiyalının hayatında Escobar'ın nasıl önemli roller oynadığını ortaya koyuyordu. Etkileyici, zekice bir belgeseldi
İki Escobar ve özellikle Pablo Escobar ve mafya örgütünün nasıl soğukkanlı bir katil çetesi olduğunu anlatıyordu. Uyuşturucu baronluğundan elde ettiği paralarla bir zamanlar dünyanın en zenginleri listesinde boy gösteren, siyasete de giren, kendi ordusu bulunan Escobar, devletle girdiği mücadele sonrasında 1993'te öldürüldü. Ama o günden beri de efsanesi hem Kolombiya'da hem de dünyada farklı şekillerde ses verir oldu. Oyuncu olarak bildiğimiz İtalyan Andrea Di Stefano, ilk uzun metraj filmi
Escobar: Kayıp Cennet/ Escobar: Paradise Lost'ta gerçek bir hikayeden yola çıkarak bize Escobar'ın portresini sunuyor. Hem de Batılılar için cennet olarak nitelendirilen Kolombiya'nın gerçekleriyle ve elbette ki Escobar'la tanışmış bir Kanadalı'nın gözünden. Abisi için Kolombiya'ya gelen Kanadalı Nick'in (Josh Hutcherson), Escobar'ın (Benicio Del Toro) yeğeni Maria'ya ile tanışıp ona sevdalanmasıyla başlıyor hikaye. Biz de Nick'in gözünden tanıyoruz Escobar'ı. İyi bir aile babası, çok zengin ve ağırbaşlı bir insan olarak resmediliyor önceleri. Ama film ilerledikçe Nick'le birlikte biz de Escobar'ın gerçek yüzüyle tanışıyoruz. Andrea Di Stefano, Escobar'ı kahramanlaştırma yoluna girmiyor. Ama onunla ilgili çelişkili algıları da göstermekten sakınmıyor. Her dediği yapılan bir adamın yaşadığı güç zehirlenmesi, duygusuzluğu, kendi çıkarları uğruna herkesi gözden çıkarmasını ise yavaş yavaş anlatıyor. Böylece finale doğru onun gerçekte ne kadar soğukkanlı bir katil olduğunu gösteriyor bize ve bir efsaneyi tıpkı
İki Escobar belgeselinde olduğu gibi yerle bir ediyor. Andrea Di Stefano, ilk filminde, hakkında tonla spekülasyon yapılan bir adamın hikayesini doğru düzgün anlatma çabasıyla ilk elden sınıfı geçiyor. Av-avcı gerilimi ve Benicio Del Toro ve Josh Hutcherson gibi iki önemli oyuncunun performansları filmi diri tutuyor. Ama kimi kurgu oyunlarının filmin ritmini düşürdüğü de bir gerçek.
ARNY DÖNDÜ AMA EFSANENİN YERİ AYRI
Modern
sinemanın mitlerinden olan
Terminatör'ün, Arnold Schwarzenegger, Sarah Connor'ı oynayan Linda Hamilton ve James Cameron (ilk iki film
Yokedici ve
Terminatör 2: Mahşer Günü'nün yönetmeni) ile bir bütüne dönüşen ve bizim için anlamlı hatta efsane haline gelen bir yapısı var. Bu bileşenlerden biri olmayınca açıkçası ne kadar merakla beklersek bekleyelim her yeni
Terminatör filmi aksıyor, bir eksiklik hissi veriyor insana. Mesela
Terminatör: Kurtuluş'ta bu bileşenlerin hiçbiri yoktu ve tam bir fiyaskoydu açıkçası. (Hele hele Arny'siz bir
Terminatör çekme şuursuzluğuna ve bir de üçleme planlanmasına ne demeli bilemiyorum. )
Terminatör: Genisys'te Arny geri dönüyor! Ama ne Cameron ne de Hamilton var işin içinde. Dolayısıyla yine salondan keyifsiz ayrılma olasılığınız yüksek. Yine bir üçleme planının ilk halkası
Terminatör: Genisys. Ama bu sefer ilk filmin hikayesine de dönüş yapılıyor. İlk filmdeki gibi, makinelere karşı mücadele eden insanların lideri John Connor'ın, Çavuş Kyle Reese'i (Jai Courtney) Sarah Connor'ı (Emilia Clarke) Terminatör'den koruması için 1984'e göndermesiyle başlıyor hikaye. Ama Reese'in karşısında bu sefer her şeyi bilen bir Sarah Conner çıkıyor. Üstelik 1984'te bir değil iki Terminatör'le karşılaşıyoruz. Dolayısıyla ilk filmle kurulan bu hikaye bağı nedeniyle
Terminatör: Genisys bir nostalji hissi vermiyor değil. Bunun için
Terminatör: Kurtuluş ile kıyaslandığında daha iyi bir hali var. Ayrıca yaşlı ve genç iki Terminatör'ün 1984'teki karşılaşma sahnesi, Arny'nin, Terminatör olarak kendi yarattığı mitle dalgasını geçmesi, sıvı alaşımlı Terminatör ile yeniden karşılaşmak filmin unutulmazları. Yönetmen Alan Taylor'ın, kamera açılarıyla, efsanenin sevilen unsurlarını yeniden karşımıza getirerek Cameron'a sunduğu saygıya diyecek bir şey yok. Ama başta dediğimiz gibi Cameron'ın çektiği, Linda Hamilton'lı ve Arny'li ilk iki film
Yokedici, Terminatör 2: Mahşer Günü'dür bizim için efsane olan. Ki özellikle ikinci film. Bunun için o tadı yine bulamıyoruz...Galiba hiçbir zaman da bulamayacağız...