İdris Kardaş

İdris Kardaş

24 Temmuz 2018, Salı

Sivil toplumun politika üretme sürecine katılımı

Dünyada yaşanan demokrasi tartışmalarının özü genel itibariyle temsili demokrasinin asgari düzeyde gerekli ama yetersiz olduğu üzerine şekilleniyor. Gerçekten de seçimden seçime ülke yönetimini belirlemek günümüz dünyasında hem toplumsal ihtiyaçları hem de yeni birey anlayışının beklentilerini karşılamıyor. Dolayısıyla çoğulcu demokrasi ve katılımcı demokrasi kavramları ile temsili demokrasi arasında geçişler, köprüler kurularak en uygun sistem arayışı tüm dünyada devam ediyor.

Çoğulcu demokrasiyi; siyasal partilerin yanında, çıkar gruplarının da örgütlü olması (bunlara en genel tanımlamayla sivil toplum örgütleri deniyor) ve bu yapıların siyaset alanını, ülke yönetimini kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çabalaması şeklinde açıklayabiliriz.

Katılımcı demokrasi ise bu yapıların, sivil toplum kuruluşlarının, demokratik kitle örgütlerinin yada bireylerin, ülke yönetimini etkileme çabasının yanında bizzat politika üretimine katılımını öngören bir demokrasi çeşidi olarak kabul ediliyor.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin Türkiye demokrasisine kazandıracağı yeniliklerini anlattığım bir önceki yazımdan alıntı. Bu noktada kurulların çalışma prensipleri üzerinde durmuştum. Bu kez sivil toplum kuruluşlarının, demokratik kitle örgütlerinin politika belirleme süreçlerinde neden önemli olduğu üzerinde biraz duralım.

Sivil toplum kuruluşları belirli sorun alanlarını, mağduriyetleri, toplumsal hak ve talepleri dile getiren ve bu konularda savunuculuk yapan örgütlü yapılar olarak tanımlanabilir. Gelişmiş olarak adlandırılan ülkelerde siyasa belirleme süreçlerine katılımları güçlü olan bu kuruluşlar Türkiye'de özellikle 1961 darbe anayasası ile birlikte müesses nizamı koruyan, kollayan yapılar olarak kurgulandı. Meslek odaları sivil toplum kuruluşları olarak adlandırıldı ve toplumun geniş kesimleri bu örgütler aracılığıyla vesayet üreten sistemin araçları olarak dizayn edildi. Meslek odaları zorunlu üyelik sistemleriyle sivil toplumun olmazsa olmazı olan gönüllük prensibiyle örtüşmüyordu. Dolayısıyla üyelerini değil, sistemi korumak adına çalışmalar yapıyorlardı bu meslek odaları. Dikkat ederseniz her siyasi olayda vesayet sistemi lehine taraf olan bu yapılar, kendi üyelerinin sorun ve taleplerinin savunuculuğunu aynı ölçüde yapmıyorlardı. Bu da Türkiye'de gerçek manada sivil toplumun gelişiminin önündeki en büyük engeldi. 27 Mayıs'ı yapanlar, "sivil toplum olacaksa tesis ettiğimiz vesayet sistemini korumalıdır" düşüncesiyle bu yapıları anayasal olarak sisteme bağladı maalesef.

Ancak özellikle 2000'li yılların başında ve Ak Partili yıllar sürecinde gerçek manada sivil toplum kuruluşları ortaya çıkmaya başladı. Hem yapısal hem de fonksiyonel olarak sivil olan bu yapıların modernleşme süreci halen devam etmekte. Gönüllülük, proje üretimi, siyasa belirleme sürecine katılımları, profesyonel yönetimler, fon kaynaklarına erişim gibi sorunları devam ediyor. Bu durum daha önceki yazımda anlattığım Cumhurbaşkanlığı kurullarında politika üretim süreçlerine sivil toplumun katılımının verimliliği ile doğrudan alakalı. Zira sivil toplum kuruluşlarının politika üretim süreçlerinde verimli olabilmeleri için öncelikle güçlü ve gerçekten sivil olmaları gerekiyor. Dolayısıyla hükümetin üzerine burada başka bir sorumluluk düşüyor. Bu da Türkiye'deki sivil toplumun fon, deneyim ve diğer gereksinimlerini yurtdışı, Avrupa yada diğer Batı ülkelerinin desteğiyle değil, ülkenin kendi fonlarıyla karşılamalarıyla ilgilidir. Yani hükümet politika belirleme süreçlerine sivil toplumu katarak dünyaya örnek bir demokrasi sürecini yürütecekse sivil toplumun her anlamda güçlü ve gelişmiş olmasına da yardım etmek durumunda. Ancak bu müdahale anlamında değil, tamamen destek anlamında olmalıdır. Aksi takdirde 27 Mayısçıların durumuna düşmek gibi bir hataya düşülmüş olur.

Üniversite yıllarında bu konuyla ilgili bir proje geliştirmiş, siyasi partiler ile sivil toplum kuruluşları arasında bir mekanizma önermiştim. Siyasi partilerin politikalarını belirlerken sivil toplumu ana aktör yaparak hem sorunların doğru teşhis edebilecekleri hem de bu sorunlara gerçekçi ve kalıcı çözümler üretebileceklerini önermiştim. Çok büyük bir heyecanla gördüm ki yeni hükümet sisteminde Cumhurbaşkanlığı kurulları ile bu manada çok daha etkili bir mekanizma geliştirilmiş. Elbette yeni hükümet sistemi bunu yapabilmek için gerekli zemini sağlıyor ve bu çok değerli.

Sivil toplumun politika belirleme süreçlerinde neden önemli olduğunu bir örnekle açmak isterim. Örneğin kadına yönelik şiddet konusu ile ilgili bir politika geliştirilecek. Bu konuda Ankara'da oturan bürokratlar konuyu kendi pencerelerinden irdeleyerek esas sorunun ne olduğunu ve buna nasıl çözümler geliştireceğini bulabilirler. Bu, bazı noktalarda işe de yarayabilir. Ancak iki açıdan bu sorunun teşhisi yada çözümü hata barındırabilir ve kalıcı çözüm sağlamayabilir.

Öncelikle sivil toplum kuruluşu ilgilendiği ve savunuculuğunu yaptığı alanda sorunu en iyi bilen mekanizmalardır. Kadınlara yönelik şiddet ile ilgili çalışan bir dernek yada vakıf, şiddete maruz kalan kadınların her türlü sorunlarını merkezdeki bürokrattan çok daha iyi bilirler. Çünkü karşılaştıkları çeşitli vakalar nedeniyle önemli bir tecrübe biriktirmişlerdir. Sorunların temeline hakimdirler. Dolayısıyla sorunun doğru teşhis edilmesi açısından bu sivil toplum kuruluşlarının ana unsur olarak sürece dahil edilmesi önemlidir. Sorunun çözümü noktasında da yine bu dernek yada vakıflar en iyi sonucu bize vereceklerdir. Kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için kadın sığınma evleri mi yapmanın, şiddet uygulayan eşlere etkili cezai yaptırımlar mı uygulamanın yada eşleri eğitmenin mi daha iyi sonuç vereceğini en iyi onlar bilirler. Elbette aynı alanda çalışan birçok sivil toplum kuruluşunun, sorunlara farklı yaklaşımları söz konusu olabilir ancak bunları değerlendirmek, tasnif etmek ve siyasi iradenin onayına sunmak Cumhurbaşkanlığı kurullarının görevi olacaktır. Dolayısıyla sorunun tespiti ve çözümü noktasında sivil toplum kuruluşlarını sürece dahil etmek kalıcı çözümleri beraberinde getirecektir.

Bir diğer önemli husus da aynı sorun yada mağduriyet alanının ve bunlara yönelik çözümlerin her şehirde yada bölgede farklı parametreleri içerisinde barındırması konusudur. Örneğin Doğu'daki bir şehirde kadına yönelik şiddetin nedenleri Ege yada İç Anadolu'daki bir şehirden farklı olabilir. Genel nedenler elbette vardır. Ancak yerele indikçe farklı sonuçlarla karşılaşmanız da mümkündür. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı kurulları bu alanda politika üretirken, her bölgeden sivil toplum kuruluşlarını sürece dahil etmelidirler. Zira örneğin Batman'da şiddete maruz kalan kadınlar için sığınma evi açmak sorunu çözmenin ötesinde sorunu büyütecek bir etki yaratabilecekken, Aydın'da sorunun çözümü için çok etkili olabilir. Bunu her sorun yada mağduriyet alanı için düşünebilir örnekleri çoğaltabilirsiniz. Dolayısıyla her yörenin, yerelin kendine has durumları göz önüne alınmalıdır. Genel politikalar üretilirken yerel sivil toplum kuruluşlarının sürece dahli etkili sonuçlar getirecektir.

Hükümetin, yerel ve ulusal alanda çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarını destekleme, onları geliştirme, yabancı vakıf yada devletlerin kontrolünden çıkarma ve daha etkili bir şekilde politika belirleme süreçlerine katılımları için yapabileceklerini bir başka yazı konusu yapalım.

SON DAKİKA