Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HAŞMET BABAOĞLU

Bir film... Bir insan!

"Dengesiz tip" deriz onlara...
Çoğu zaman "bize dokunmasınlar da ne halt ederlerse etsinler" mantığıyla yaklaşırız.
Sosyal ahlak normlarına uymazlar. Normal sandığınız anda anormal; yumuşak sandığınız anda barbar yüzleri ortaya çıkıverir.
Sürekli huzursuz ama bir taraftan da "köpek yavrusu" kadar sokulgandırlar. Şirinlik yaptıklarında yüreğimiz yufkalaşır, günün birinde akıllarını başlarına alabileceklerine inanıveririz.
Uzmanlara danışsak, "antisosyal karakter" diyeceklerdir.
İçimize danışsak, altı üstü "manyağın teki"dir işte!

***

Niye bu konuya dalıverdim, şundan...
Şu anda sinemalarımızda gösterimde olan The Master/Üstad filminin ana karakteri Freddie Quell de böyle biri işte.
Uyduruk bilimkurgu tezlerden yeni bir "din" çıkarmaya başlayan "Üstad Lancaster Dodd"un yanına kapılanan Freddie Quell.
Film bir "yeni çağ inanışı"nın (örtülü biçimde Scientology tarikatının) doğuşunu anlatır gibi yapıyor ama aslında seyircinin önüne çok temel ve zor bir insani meseleyi getirip bırakıyor.
O mesele şudur...
En dengesizler bile, umutsuzca da olsa, denge arar.
Ve hastalığın iyileşmeye, inançsızlığın inanca, yalnızlığın bağlanmaya duyduğu susuzluk kaçınılmazdır.
***

Freddie Quell dedim de...
Filmde Joaquin Phoenix tarafından canlandırılıyor. Öyle bir oyunculukla ki, kaç Oscar verilirse hakkını bulur bilemem.
Üstad rolünde Philip Seymour Hoffmann ve karısı rolünde Amy Adams'ın başarılarının da altı çizilmeli.
Hemen her filmi vasatın çok üzerinde olan yönetmen P.T.Anderson'a da şapka çıkartıyorum!
Bir dakika! Bir dakika!
Film eleştirmeni havalarına boş verip beni ilgilendiren noktaya geri dönmeliyim.
Filmin sonunda anlarız ki...
Üstad'ın çevresi Freddie Quell'in kontrolsüz enerjisinden yararlanır ama onu "iyileştirme"yi başaramaz.
Ona karşı müşfik tek kişi olan Üstad sürekli "sen hayvan değilsin Quell" diye uyarır ama topluluğun inanç ilkeleri, disiplini ve tabi tutulduğu eğitim Quell'i "insan"laştıramaz ve süreç dışlamayla sonuçlanır.
***

Sinemadan çıkarken çok sevdiğim bir filozofu; Paul Feyerabend'i hatırladım.
Feyerabend de kendi deyimiyle "içindeki barbarı" yatıştıramadan yaşlanan biriydi.
Çocukluğunda annesinin intiharını ve gençliğinde II. Dünya Savaşı'nın ruhunda bıraktığı izleri bir türlü silememişti.
Sosyal normlardan ölesiye nefret ediyordu.
Otobiyografisinde çok geç bir yaşta bir kadına aşkla bağlandıktan sonra nasıl "iyileştiğini" şöyle anlatıyordu Feyerabend...
"Anladım ki, moral bir karakter asla fikirler, ilkeler ve eğitimle oluşturulamaz. Dengeyi mümkün kılan muhabbet ve güvendir. Sevgi bir kazanım değil, armağandır."

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA