Türkiye'nin en iyi haber sitesi
BAŞYAZI MEHMET BARLAS

Ya onlar öldürülmedi ya da biz yaşamıyoruz...

Amerikalı araştırıcı gazeteci Vance Packard (1916-94) büyük şirketlerin ve federal hükümetin kadrosunda bulundukları için ülkenin bir ucundan bir ucuna tayin edilenlerin ailelerinin ruhsal yapılarını 1972'de yayınlanan "A Nation of Strangers" (Yabancılar Ulusu) kitabında irdelemişti.
Şikago'dan Houston'a, New York'tan San Fransisco'ya uzanan alanda ve bir kıta boyutunda yer değiştiren bu ailelerin küçüklerinin çocukluk anıları, büyüklerinin ise bir çevreye (veya bir sosyolojik anlamda bir cemaate) aidiyet duyguları bulunmuyordu.
Packard bir yerde kök salamayan bu ailelerin fertlerinin davranışlarının toplumsal sonuçlarını önemsemediklerini, bencilleştiklerini, kendilerini toplum içinde konumlandıramadıklarını vurguluyordu kitabında.
Bitmeyen kitlesel iç ve dış göçlerin ülkesi olduğumuz gerçeğini hatırlarsak, "Acaba bizde de benzer durumlar var mı" sorusunu sormamız kaçınılmaz olur.
Kırsaldan kentlere göçü, "Misafir işçi" konumunda Avrupa'ya, Avustralya'ya göç eden milyonları, terörzede olarak Güneydoğu'daki köylerini terk etmek zorunda kalanları hesap edin.

Göçlerin coğrafyası

Daha önce Balkan Savaşı ve 1'inci Dünya Savaşı yenilgilerinin, sonra "Mübadele"nin, arkasından 2'nci Dünya Savaşı döneminde Yugoslavya'dan gelenlerin, son dönemde Bulgaristanlı Türklerin göçleri var. Düşünün ki şimdi 14 milyonluk bir kent olan İstanbul'un nüfusu 1950'de milyonun altındaydı.
İstanbul'un eski yerlileri de "Kat karşılığı" modeli yapılanma sürecinde, babalarından dedelerinden tevarüs ettikleri komşularından kopmadılar mı?
Dünyayı gezerken Los Angeles'te Kayserili Ermenilere, Atina'nın Faleron'unda İstanbullu Rumlara, Tel Aviv'de Çanakkaleli Yahudilere hiç rastlamadınız mı?
Veya acaba 1950'de Ankara nüfusunun ne kadarı "Ankara doğumlu"ydu?
Çeşitli Anadolu kentlerinin isimleri ile başlayan "Hemşehri Dernekleri" ya da "Balkan Vakıfları" benzeri coğrafi ortak geçmişleri vurgulayan kuruluşlar hiç dikkatinizi çekmedi mi Ankara'da, İstanbul'da?
Acaba toplumsal belleğimizin zayıflığının bir nedeni de bu hareketliliğimiz mi?
Merkezinde sadece "Devlet"in bulunduğu, ama niteliklerinin neler olması gerektiğinin fazla düşünülmediği bir siyasal bellek var toplumumuzda.

Her şey unutuluyor
Çok yakın zamana kadar ülkenin kaderine yön veren partiler, liderler, olaylar hiç hatırlanmıyor.
"Geçen yıl" çoğunluk için "Uzak tarih" konumuna girebiliyor.
Yüzlerce yıla direnip bugüne kadar kalabilen temel kültür öğeleri değil, sabun köpüğü kadar kalıcı televizyon dizileri toplumsal davranışları etkiliyor.
Şimdiye kadar örtülmüş siyasal ve idari faciaların su yüzüne çıkmaları değil magazin haberciliğinin güncel bombaları, toplumu daha fazla etkiliyor.
Sonunda aynı senaryonun kuşaklar boyu yeniden filmleştirilmesine benzer bir sosyo-politik yaşam, yüzlerce defa izlenmiş Kemal Sunal filmlerinin ilk kez izleniyormuş gibi ilgi çekmesine benzer şekilde tekrarlanıyor.
Sanki doğada ve toplumda tek değişen şey, takvim yapraklarındaki rakamlardır...
Bu yazıyı benim de altına imzamı atabileceğim Umur Talu'nun HaberTürk'te yayınlanan "Sanki Hiç Olmadı" başlıklı yazısından alıntılar yaparak noktalıyorum:
- Sanki bu ülkede Maraş katliamı yaşanmadı, Çorum katliamı hiç olmadı, üniversite önüne bomba atılıp onca genç katledilmedi, bir evde onca genç boğulmadı, 1 Mayıs 77'de Taksim'dan Kazancı'ya onca ceset çiğnenmedi, Sivas bir yangındı, söndü gitti. İpekçi hiç öldürülmedi, Mumcu zaten havaya uçurulmadı, Emeç, Üçok, Aksoy, Kışlalı aramızda! Hablemitoğlu yine yazıyor, Anter işte şurada, Dink Şişli'de esnafla sohbet ediyor. Sazak'tan Darendelioğlu'na, Tütengil'den Doğanay'a, Türkler'den Kaftancıoğlu'na hiç suikast olmadı; Emniyetçi Yurdakul ile Savcı Öz kahpece susturulmadı.

Sanki hiç olmadılar

- Yani bunlar sanki hiç olmamış gibi... Bu ülkede Gladio, kontrgerilla, Susurluk kiri ve kanı hiç dolaşmamış gibi... Sanki sadece "teröristin terörü" can almış gibi... Kaosun, iç savaşın, baskının, sindirmenin, nefretin, yaygın şiddetin, onca cesedin, şunca darbenin yolu böyle "yarı resmi" pusularla hiç döşenmemiş gibi... Olan biten ille de "sürrealist" bir şeymiş gibi yapıyorlar.
- "Hiç olmamış, hiç olamazmış" gibi davranmanın iki türü olabilir: Birincisi, hafızasız, akıl erdiremeyen, yakıştıramayan ve her şeyi düzmece, iktidar tezgâhı gören, hafife alan bir bakış. İkincisi, olmasını mümkün ama bir o kadar da hak, gereklilik, zorunluluk, meşru görenler; zaten bu işlerin kitlesel altyapısı için medyasını, kafasını, kasasını, masasını, tasasını seferber edenler.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA