Türkiye'nin en iyi haber sitesi
EMRE AKÖZ

Utanmadan seyrettim

Tiyatroyla sorunum var: Oyuncular rol kestiğinde, yani rollerini 'yaşamak' yerine, 'gibi' yaptıklarında utanıyorum. O anda sahneye dahi bakamıyorum. Niye? Bilmiyorum... Bu yüzden 21'inci yaşını kutlamakta olan İstanbul Tiyatro Festivali'ne de pek ilgi göstermedim.
Ama bir arkadaşım, Ataşehir'deki DasDas adlı mekanda oynayan When in Rome (Roma'dayken) piyesini hararetle önerince... Bir umut yola koyuldum. İyi ki gitmişim.
Piyesin adı "Roma'dayken, Romalı gibi davran" tabirinden geliyor. Yani "bulunduğun ortaya uyum sağla..." Aynı isimle film de var. Bizde Aşk Çeşmesi başlığıyla gösterilmişti.
"Oyunu anlatarak zevkinize limon sıkmayacağım" diyeceğim ama... Aslında anlatacak fazla bir şey yok: Kostüm yok, dekor yok.
Konu desen sıradanın sıradanı...
Ancak... Belçika'da yaşayan Mesut Arslan öyle bir yönetmiş... Yeşim Özsoy ve Pervin Bağdat ile Ersin Umut Güler ve Sermet Yeşil öyle bir oynuyor ki... Bir an bile utanmadan seyrettim! Uzun uzun alkışladım.
Yalnız yaşayan genç kadın evine erkek arkadaşını çağırır... Bu arada, ev sahibi karı-koca, aile apartmanına uygun olarak gözlerini, kulaklarını daireden ayırmamaktadır.
Gördüğünüz gibi işin sırrı konunun ilginçliğinde değil, Öznur Yalgın'ın yazdığı incelikli senaryoyu, gayet maharetle sahneleyen oyunculukta.
Rusların anıtsal tiyatro hocası Konstantin Stanislavski, provalarda oyunculardan onlarca farklı şekilde "günaydın" demelerini istermiş.
"Basit bir günaydın kaç çeşit söylenebilir ki" demeden önce bi'düşünün: Annenin çocuğuna, öğretmenin öğrencilere, işçinin patrona, şefin memura, müşterinin bakkala, yolcunun şoföre 'günaydın' demesi...
Hepsi birbirinden farklı değil mi? Farklı. Çünkü ilişkiler ve dolayısıyla duygular farklı.
When in Rome'un oyuncuları, en sıradan kelimelerin dahi yansız-yüksüz olmadığını, söyleyiş şekline göre sevgiden nefrete, geniş bir duygular yelpazesini dışa vurduğunu gösteriyor seyirciye.
İzleme imkanı bulursanız sakın kaçırmayın.


Piyesin afişine, bağnazlığı simgelemek için 16'ncı yüzyıl sonundaki maymun katliamının temsili resmi konulmuş.

***

'KOMŞU' BUNUN NERESİNDE?
Hafta içinde, sadece sanatsal açıdan değil, ekonomi, zihinsel eğitim ve turizm açısından da Türkiye'ye ciddi katkılarda bulunan 15'inci İstanbul Çağdaş Sanat Bienali'nin değerlendirme toplantısı vardı.
Aşağıda yazacaklarımın özetini, İKSV Başkanı Bülent Eczacıbaşı'na, Genel Müdür Görgün Taner'e, ana sponsor Koç'u temsil eden Oya Ünlü Kızıl'a ve Festival Direktörü Bige Örer'e de söyledim.
Sanatçılardan bazen de küratörlerden kaynaklanan (ve geçen bienallerde de karşımıza çıkan) şöyle bir mesele var: Sergilenen bazı eserlerin, festivalin başlığıyla ('İyi Bir Komşu') bir alakası bulunmuyor. Ya da 'tavşanın suyunun suyu' şeklinde, zorlama bir bağlantı oluyor.
Uzman olmak şart değil: Festival kitabını ve eserlerin yanındaki duvara asılan açıklamaları okuduğunuzda bile bunu apaçık görüyorsunuz.
Eğer sanatçı, 'Komşuluk' kavramını yorumlamak yerine, başka telden çalacaksa, burada ne işi var? Eğer 'açık büfe' tarzı bir yaklaşım olacaksa, o zaman niye 'Komşuluk' diyoruz; tutarlı olalım, başlığı 'Çeşitlemeler' koyalım.
Kendimizi kandırmayalım: Bunun sanatçının özgürlüğüyle bir alakası yok. "Çerçeve konsept komşuluk" demek, sanatçının özgürlüğünü kısıtlamak değildir. Her özgürlük belli bir ortamın, bağlamın, amacın özgürlüğüdür.
Burada yapılan ise disiplinsizlik, sözünde durmama, sözleşmeye uymama...
Sanatçıya, 'komşuluk temalı bir eser yapar mısın' diyorsun. Kabul ediyor. Açılışa iki hafta kala kargodan, "kadına şiddet" veya "ölüm" temalı bir eser çıkıyor. Atsan atamazsın, satsan satamazsın, mecburen sergiliyorsun.
Dikkat edin: Burada mesele eser değil. Mesela Güney Koreli genç sanatçı Kim Heecheon'un, 'Halter Kaldırmak' başlıklı videosu çok etkileyiciydi.
Babasının ölümünü, dijital teknolojiden de yararlanarak, gayet dramatik bir biçimde anlatıyordu. Seyrettiğim için çok memnunum. Ancak komşulukla alakası Planck Sabiti kadardı.
Kıssadan hisse: Bir eser karşısında, "Pirzola yiyorduk, bu saşimi de nereden çıktı" hissine kapılırsanız, bilin ki tuhaflık sizde olmayabilir.


Güney Koreli sanatçı Kim Heecheon'un, videosu: Çok çarpıcıydı ama komşuluğa iplikle tutunmuştu.

***

MÜZE DÜKKANLARI
Yirmi beş yıl önce, ABD Arizona'daki Çöl Müzesi'nde uyanmıştım: 1) Adamlar ellerindeki sıradan malzemeyi bile allayıp pullayıp pazarlıyordu.
2) Her müzede su, kahve içecek, sandviç yiyecek en az bir kafe vardı.
Fi tarihinde, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu gazetecilerle toplantı yapıyordu. "Müzeler sevgililerin buluştuğu yer olmalı" diye lafa başlamıştım. Korumalar, görevliler üstüme atlayıp susturmuşlardı.
Yıllar geçti. Artık birçok müzemizde ikisi de var. Çok güzel. Ancak... Geçen gün bakanlığın Eminönü'ndeki mağazasının önünden geçiyorum. Bir değişiklik, bir ışıltı gözüme çarptı.
Bakanlık adına çalışan Anadolu Kültürel Girişimcilik, kilimden, kahve takımına, altın yaldızlı Kuran'dan yeniçeri miğferlerine müzelerdeki çeşitli eserlerin replikalarını satıyordu. Bazı parçalar şahaneydi. Küçük bir vazo aldım hediye olarak.
Niyet nefis. Ancak: 1) Turistler farkında değil. Bu mağazaların yabacı rehberlere girmesi gerek. 2) Reklamı çok yetersiz. 3) Ben gittiğimde doğru dürüst paketleme yapılamıyordu; yeterli malzeme yoktu. Halbuki cam eşyayı çok iyi paketlemek gerek.
Akrabasına dostuna, bilhassa Osmanlı tarih ve sanatından esinlenen hediyeler almak isteyenlere öneririm.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA