Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Bu bizim kavgamız değil

Bir rejim olarak "cumhuriyet"in marjinal gruplar dışında karşıtı olmadığı bir toplumda çok kültürlülüğü, çoğulculuğu, piyasa ekonomisini ve örgütlenmiş dini ötekileştiren bir "yeni cumhuriyet kültü" yaratmak anlamlı değildir

Toplumumuzda bir rejim olarak "cumhuriyet"in marjinal gruplar dışında karşıtı yoktur. Buna karşılık unutulmuş bir "cumhuriyet kültü"nün yeni yorumlarla canlandırılarak, "demokrasinin karşı tezi" biçiminde kavramsallaştırılması ve "İki Türkiye"nin bunun üzerinden çatıştırılması, enerjimizin gereksiz biçimde harcanmasının ötesinde "bizim olmayan bir kavga"nın da sürdürülmesidir.
Cumhuriyet kuramı üzerine ciddî bir tartışmanın yaşanmadığı toplumumuzda 1923 sonrasında "devr-i sabık" yaratma amaçlı bir "cumhuriyet kültü" oluşturulmuştur. Bu yapılırken monarşiye atıfta bulunan "şâhâne," "seniyye" benzeri kavramların yerine "cumhuriyet" ifadesi geçirilerek, örneğin "hükûmet-i seniyye," "cumhuriyet hükûmeti" ile ikame edilerek ya da binalarda kazınan tuğralar yerine "T.C." ibaresi konularak, "cumhuriyet," monarşi karşıtı bir rejim olarak kavramsallaştırılmıştır. Bu yapılırken de "cumhuriyet"in "halk hâkimiyeti"ne dayalı bir yönetim tarzı olduğu vurgulanmıştır.
Bu ciddî bir tepki doğurmamıştır. Bunun nedeni ise "hâkimiyet- i milliye" kavramının Osmanlı toplumunda kutsallık kazanmış olmasıdır. Unutulmaması gerekir ki, "hâkimiyet- i milliye," 1908 sonrasında gazete adı olacak kadar popülerleşmişti. Savunulduğu gibi 1923'te sultanın mutlak iradesiyle yönetilen, temsilin söz konusu olmadığı ve sınırsız iktidarı denetleyecek kurumların bulunmadığı bir yapıdan, "kulların vatandaşlara dönüştürüldüğü" bir düzene de geçilmemişti. Yapılan, Nisan 1909 sonrasında sembolik bir kuruma indirgenmiş olan "saray"ın fiilen de devre dışı bırakılmasıydı.

Cumhuriyet nasıl kavramsallaştırıldı?

Osmanlı entelektüelleri Ortaçağ Avrupası'nda canlanan "cumhuriyet kuramı" tartışmalarına ilgi duymamışlardı. Dolayısıyla bir Osmanlı Brunetto Latini ya da Machiavelli'si ortaya çıkmamıştı. Osmanlı idaresi altında bir cumhuriyet de bulunduğu için (Ragusa, günümüzdeki Dubrovnik) söz konusu olan "bilgisizlik" değil böylesi bir rejimin imparatorluk için anlamlı olamayacağı düşüncesinden kaynaklanan "ilgisizlik"ti. Benzer şekilde İbn Rüşd'ün, Eflâtun'un Cumhuriyet eserindeki rejim türleri üzerine yaptığı yorumlar biliniyor; ama bunlar ciddî seçenekler olarak gündeme gelmiyordu. İmparatorluğun son dönemlerinde de durum fazla değişmemişti. "Cumhuriyet rejimi" bir alternatif olarak tartışılmıyordu.
Bu tür bir tartışmanın yokluğu Atatürk ve Erken Cumhuriyet liderlerinin "cumhuriyet"i Rousseau, Fransız İhtilâli ve Üçüncü Cumhuriyet üzerinden kavramsallaştırmaları sonucunu doğurmuştur. Bunun neticesinde ise tıpkı Fransız laikliğinin bir laiklik türü olarak değil "laikliğin kendisi" olarak tanımlanması gibi, Üçüncü Cumhuriyet de bir "cumhuriyet şekli" değil, "cumhuriyetin kendisi" biçiminde kavramsallaştırılmıştı. Bunun günümüze yansıyan önemli neticeleri olduğu şüphesizdir.
Rousseau temelli bir "cumhuriyetçilik"in en önemli sorunu, onun insan karakterini değiştirme amacıyla otoriter dönüşüm mekanizmalarının kullanılmasına cevaz vermesiydi. Rousseau'nun bu nedenle sadece Jacobinlerin değil iki savaş arası dönemdeki baskıcı tek partilerin de düşünce babası olduğunu savunan yaklaşım günümüzde etkisini kaybetmiştir. Ancak Benjamin Constant'ın daha 1819'da vurguladığı gibi toplumsal iktidar, egemenlik benzeri kavramları binlerce yıl evvelki bağlamlarından çıkarıp farklı anlamlarda kullanan Rousseau'nun savunduğu cumhuriyetçiliğin, otoriterliğe açık kapı bıraktığı ortadadır.

Tek cumhuriyet Üçüncü Cumhuriyet midir?

Bu nedenle Erken Cumhuriyet liderlerinin cumhuriyet kavramsallaştırmasını Locke, Harrington ya da Montesquieu değil Rousseau üzerinden yapmış olmaları önemlidir. Ancak bundan daha mühimi, Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nin "ideal rejim" ve "gerçek cumhuriyet" olduğunun varsayılmasıdır. Bunun yapılması ve 1923'ün Türk 1789'u olarak kavramsallaştırılması sadece "cumhuriyet"in değil onun "karşıtlarının" da siyaset bilimcilerin "istisnâ olma" özelliğini vurguladıkları Fransız örneğine göre yorumlanması sonucunu doğurmuştur.
Türk cumhuriyetçiliği, Fransız örneğinde monarşi taraftarları ile kilisenin "cumhuriyet"e karşı amansız bir savaşı elele vermelerinden yola çıkarak, "örgütlenmiş din" ve "saltanat destekleyicileri"nin "cumhuriyet"in düşmanları olduğuna karar vermişti. Ancak bunlar büyük çapta hayâlî muhaliflerdi.
On dokuzuncu asırdan beri anayasacı girişimleri destekleyen İslâmcı hareket, mutlak monarşiye karşı meşrutî idareyi bütün gücüyle savunmuş bir geçmişe sahipti ve "rejim olarak" cumhuriyete yönelik kurumsal bir tepki ortaya koymamıştı. Bunun da ötesinde John England'ın telgrafın mucidi Samuel Morse'un "Katolikliğin cumhuriyet düşmanı" olduğu iddiasına cevap verirken dile getirdiği gibi "din-cumhuriyet çatışması" global ölçekte anlamlı da değildi. Gerçekten de cumhuriyet kuramının tarihî şekillenmesi gözönüne alındığında, özgün Fransız örneğinden yola çıkarak "dinlerin cumhuriyet karşıtı" olduğunun savunulması imkânsızdır. Unutulmaması gerekir ki, Machiavelli'nin arkasında Girolamo Savonarola vardı.
Bunun yanısıra 1923'te toplumda ciddî bir cumhuriyet taraftarlığı yoktu; ama bir "aristokrasi"nin varolmaması, "cumhuriyet" ile dişe diş kavgayı sürdürecek bir toplumsal tabakanın da bulunmaması anlamına geliyordu. Dolayısıyla Türkiye'deki gelişim 1789 sonrası Fransası ile ciddî bir benzerlik göstermekten uzak kaldı.
İki örneğin benzerliğini savunanların düştükleri önemli hata, Türkiye'de rejimin belirli siyasetlerine muhalefetin "cumhuriyet karşıtlığı" olarak kavramsallaştırılmasıdır. Tek Parti rejimine muhalefet büyük çapta bir "cumhuriyet rejimi karşıtlığı" olmaktan uzaktı. Muhalefet partisi bile adına "cumhuriyet" ûnvanını ekliyordu. Bir örnekten yola çıkarsak, "şapka iktisası hakkında kanun"un eleştirilmesi "cumhuriyet"e değil, bir "siyaset"e muhalefetti. Unutulmamalıdır ki, II. Mahmud'a asker ve memurlara fes giyme mecburiyeti koyması nedeniyle gösterilen muhalefet de "cumhuriyet karşıtlığı" değil, bir uygulamaya gösterilen tepkiydi.

Yerli Debray'cilik

Bu nedenle Türkiye'de çok partili rejime geçiş sonrasında da ciddî bir "cumhuriyet aleyhtarlığı" ya da monarşi özleminin dile getirilmesi görülmedi. Dolayısıyla Erken Cumhuriyet döneminde yeni rejimi "devr-i sâbık" üzerinden farklılaştırma zorunluluğuyla yaratılmış olan "cumhuriyet kültü" ve onun "düşmanları" bir kenara bırakıldı.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de son yirmi yıldır Regis Debray'nin "demokrasiye karşı cumhuriyet" söyleminin uyarlanmasıyla canlandırılmaya çalışılarak, demokrasiyi, çok kültürlülüğü, piyasa ekonomisini ve örgütlenmiş dini ötekileştiren "yeni cumhuriyet kültü" hayalî düşmanlara karşı gereksiz bir çatışma yaratmaktadır.
Blandine Kriegel'in felsefî temellere oturtmaya çalıştığı böylesi bir çatışma Fransa için belki anlamlı olabilir; ama bu bizim kavgamız değildir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA