Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

“Modernlikler”in var olabilmesi yeterli mi?

“Modernlikler”in varlığının kabûlü Kemalizm sonrası toplumun çoğulcu ve katılımcı demokrasiye dönüşümü için yeterli değildir

Türkiye'de Kemalist paradigmanın uzun süreli egemenliği "Kemalizm sonra Türkiye"nin şekillenişini de derinden etkilemektedir. Kemalizmin bilhassa 1980 darbesi sonrasında evrildiği biçim, büyük bir dönüşüme uğrayan "zamanın ruhu" ile uyuşması imkânsızlaşan bu anakronik ideolojinin kolaylıkla marjinalleşeceği kanaatini uyandırmıştı. Bunun neticesinde ise toplumun demokratikleşebilmesinin önündeki temel engelin aşılacağı ve hızlı bir dönüşüm sürecine girileceği düşünülüyordu.
Süreç içinde Kemalizm beklendiği gibi marjinalleşmiş, buna karşılık, demokratikleşme sınırlı olmuş, post- Kemalist toplum çoğulculuk alanında arzu edilen seviyenin gerisinde kalmıştır. Bunun temel nedeni çoğulcu ve demokratik bir topluma dönüşmenin "sadece" Kemalist "tekil" modernlik anlayışının terki ve onun "siyasal vesayet"inin sona erdirilmesi ile mümkün olduğunun düşünülmesidir.

Modernlikler
Cumhuriyet kurucularının "Batı modernliği"nin tekil olduğunu varsaymaları ve onu inşa etmeye çalışmaları fazla da şaşırtıcı değildi. Onları fazlasıyla etkileyen Durkheim ve etkilemeyen Marx da bu modernliğin diğer coğrafyalara yayılacağını ve küresel "modernlik"in özünü oluşturacağını varsaymışlardı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında egemen siyaset bilimi kuramı haline gelen "modernizasyon teorisi" de "geleneksel"den "modern"e geçiş sürecini açıklamaya gayret ederken böylesi bir "modernlik" tanımından yola çıkacaktı.
Bunun yanı sıra Erken Cumhuriyet, derinden etkilendiği İkinci Meşrutiyet Garpçılığı'ndan "tek bir medeniyet" olduğu, onun da "gülü ve dikeniyle" alınmasının gerektiği tezini devralmıştı. Bunun neticesinde ise "tekil modernliği" ithal, onunla uyuşmadığı düşünülen her türlü yaklaşımı yasaklamaya çalışan bir program hayata geçirilmişti.
Kemalist ideoloji geçirdiği evrim sürecinde bu temel ilkesinde herhangi bir değişikliğe gitmemiş, "modernlikler"in varlığı ile her türlü "bağdaştırma"yı şiddetle reddederken, "farklılık"ı yasaklayarak "dönüştürme"ye çalışmayı sürdürmüştür.
Bu ideolojinin "demokrasi" konusundaki tezi, Seymour Martin Lipset'in "ekonomik kalkınma"nın belirleyiciliğini savunan yaklaşımıyla benzerlik gösterir. Buna göre, "demokrasi" ancak toplumun geniş kesiminin "tekil" modernliği içselleştirmesi ile mümkün olabilecekti. Dolayısıyla "yasakçılık" aslında "demokrasi"ye ulaşma amacını taşıyordu.
Kemalizmin otoriter siyaset ile yasakçılığı "modernleştirme misyonu" üzerinden meşrulaştırması, onun marjinalleşmesinin demokratikleşme önündeki temel engeli kaldıracağı varsayımının revaç bulmasına neden olmuştu.
Ancak, son tahlilde, bu beklenti "Kemalist" paradigmanın tersine çevrilmesiyle yaratılan ve toplumsal gelişmelerin çok yönlülüğünü göz ardı eden bir yaklaşımı dile getiriyordu.
Farklı modernliklerin varlığı reddeden, herkesi "tekil" bir modernlikte buluşturmak isteyen ideoloji egemenliğini kaybederek marjinalleştiğinde "modernlikler"in beraberce yaşamaları sağlanacak, bu da "demokrasi" ve "çoğulculuk"a ulaşmamızı sağlayacaktı.

Unutulan "modernlikler"imiz
Bu beklenti içine girmemizin temel nedenlerinden birisi "modernlik"e cevap verme girişimlerinin Kemalist ideolojinin savunduğu gibi Erken Cumhuriyet ile başladığının varsayılmasıdır. 1923 öncesi modernliği reddedilerek, "kara bir delik" olarak kavramsallaştırıldığında "modernlik" ile "modernlikler" arasında yapılacak tercihin "çoğulculuk ve demokrasi"nin belirleyicisi olduğunu düşünmek anlamlı gözükebilmektedir.
Bu indirgemeci yaklaşıma karşılık, on dokuzuncu asırda modernliğin önüne koyduğu sorunlara cevap vermeye çalışan Osmanlı toplumunun, yirminci yüzyıla gelindiğinde içinde farklı "modernlikler"in yaşadığı bir gerçekliği yaratabilmiş olması bu mekanik ilişkinin sorgulanmasını gerekli kılmaktadır.
Dönemin geleneğe en fazla bağlı ideolojisi olan İslâmcılığın dahi, son tahlilde, "modern" olduğu, "modernlik"in getirdiği dönüşümlere cevap vermeye çalıştığı göz önüne alındığında, Kemalizmin "ortaçağ karanlığından modernliğe" söyleminin fazlasıyla yanıltıcı olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Ancak "modernlik"lerin bir arada yaşadığı geçmiş, "tekil modernlik dayatması"nın marjinalleşmesinin "demokrasiye" geçişi sağlamak için "yeterli" olmadığını da ortaya koymaktadır. Burada düşülen yanılgı "kimliklerin özgürleşmesinin çoğulculuk yaratacağı" alanında karşılaşılan hayâl kırıklığı ile benzeşmektedir.
Cumhuriyet sonrasında kimliklerin ifadesine getirilen sınırlama ve yasaklar, bunların kaldırılmasının çoğulculuğa geçişi sağlayacağı beklentisinin doğmasına neden olmuştu. Halbuki Cumhuriyet öncesinde kimliklerin, aidiyetlerin rahatlıkla dile getirilebilmesi "demokratik ve çoğulcu" bir toplumu şekillendirmemişti.
Dolayısıyla "modernlikler"in var olduğunun, bunların beraberce yaşamalarının gerekliliğinin kabûlü, kimliklerin özgürleşmesi gibi "tek başına" demokratik bir topluma geçişi sağlamamaktadır. Diğer bir ifade ile "modernlikler"in varlığı böylesi bir toplumun şekillenmesi için "gerekli" olmakla birlikte onun "yeter" şartı değildir.

Ne yapmalı?
Türkiye'nin yirmi birinci yüzyılda yeniden "modernlikler"in varlığını kabûl noktasına gelmesi demokratikleşme yolunda atılan önemli adımlardan birisidir. Ancak bunun arzulanan dönüşümü kendi başına yaratacağını düşünmek anlamlı değildir. Başka bir deyişle, Kemalizmin marjinalleşmesinin "demokrasi" anlamına geldiğini düşünmek hatalıdır. Bir örnek ile yaklaşacak olursak başörtüsü takan bir kadının "modern" olabileceğinin kabûlü, çoğulculuk alanında atılan önemli bir adımdır. Buna karşılık bu olgu, kendi başına, toplumu "demokratik" kılmamaktadır.
Şüphesiz bu ideolojinin egemenliğini kaybetmesi, toplumun demokratikleşmesinin önünü açmıştır, ama Sovyet resmî ideolojisinin ortadan kalkmasının Rusya'yı çoğulcu ve demokratik bir toplum haline getirmemesi gibi Kemalizmin marjinalleşmesinin de Türkiye'de böylesi bir dönüşüme neden olmayacağı unutulmamalıdır.
"Kemalizm gidecek sorunlar bitecek" sığlığındaki bir yaklaşımın sağladığı mekanik rahatlık yerine, Kemalizm sonrası Türkiyesi'nde çoğulcu ve demokratik toplumun altyapısının oluşturulması gereklidir.
Bu ise siyaset başta olmak üzere tüm alanlarda yatay katılım kanalları açılması, sivil toplumun güçlendirilmesi, çoğulcu mekanizmaların çalıştırılması ve farklılıklara "aykırılık" olarak yaklaşılmaması ile mümkün olabilecektir.
Bunun yanı sıra başta siyaset olmak üzere toplumsal alanlarda patrimonyal yaklaşımların ağırlığının azaltılması, "devlet" değil "birey" merkezli anlayışın öncelik kazanması ve çıtamızın "kanun" değil "hukuk" devletine yükseltilmesi gereklidir.
Türkiye'nin Kemalizm sonrası dönemde bu dönüşümleri sağlama konusunda fazlasıyla ağır kaldığı ortadadır. Modernlikleri bir arada yaşatabilmek ve kimlikleri özgürleştirmek hiç şüphe yok ki önemlidir. Ancak bu son derece gerekli dönüşümler, "millî iradenin tecelli etmesi" ilkesinin hayata geçirilmesi gibi geleceğin Türkiyesi'nin "demokrasisi" için "yeterli" değildir.
Önümüzde uzun bir yol olduğu gerçeği bizi bunlarla tatmin olmak yerine bir an önce gerekli atılımları atma konusunda harekete geçirmelidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA