Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Teleolojik tarihin kahramanları

Teleolojik tarih inşa faaliyeti günümüzü oluşturan süreçler ve içinde yaşadığımız gerçekliği anlamamızı zorlaştırmaktadır

Tarihi günümüz gerçekliğinden geriye bakarak ve kurgumuza uygun gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisine sahip silsileler haline getirerek inşa etmek yaygın bir yaklaşımdır. Türkiye bu tür bugünden geriye ve teleolojik, yâni "tarih"in belirli bir amaca ulaşmaya çalıştığını iddia eden yazım ve anlatımın fazlasıyla güçlü olduğu toplumlardan birisidir.
Bu yaklaşım sadece popüler düzeyde değil akademik alanda da etkili olmuştur. Örneğin, Bernard Lewis ve Niyazi Berkes'inkiler gibi "modern, çağdaş ve seküler" Türkiye'nin "doğuşu"nu inceleyen eserler de "tarih"i böyle bir teleoloji çerçevesinde ve "Osmanlı geçmişinin söz konusu karakterdeki bir ulus-devleti doğurmasının kaçınılmaz olduğu" tezi temelinde inşa etmiştir.
"Tarih"i özne haline getiren, ona bir "amaç" yükleyen ve "geçmiş" ile günümüzü teleoloji çerçevesinde ilişkilendiren inşa faaliyeti ciddî sorunları beraberinde getirmektedir. Bu, "tarih"in bir laboratuar olarak kullanılması ve "güncel"i oluşturan karmaşık süreçlerin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
Bu yaklaşımın en belirgin örneklerinden birisi de Çanakkale Savaşları'nın "Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu" ile eklemleştirilmesidir. Kullanılan teleolojik söylem, Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün bu savaşların ikinci (kara) evresindeki rolü nedeniyle "Çanakkale"yi "aynı lider idaresinde gerçekleşen kurtuluşun" başlangıç noktası, o savaşlarda yaşanan "beraberlik"i ise günümüz sorunlarını çözecek "ruh" olarak kavramsallaştırmaktır.

Plevne'den farkı ne?
Son derece ağır kayıplar veren ve ikmal yolları kesilen Rusya'nın talebi üzerine açılan Çanakkale cephesi I. Dünya Savaşı'nın beklenmeyen dönüm noktalarından birisi olmuştur. Karşıolgusal yaklaşımla yapılacak bir değerlendirme, Çanakkale geçilseydi savaşın farklı bir seyir izleyecek olduğunu savunabilir. İtilâf devletleri bu cephede zafere ulaşsaydı, İstanbul ve Boğazlar çevresi deniz muharebesinin başladığı gün ulaşılan Constantinople Agreement çerçevesinde Rusya'ya devredilecek, savaş daha kısa sürede sonuçlanacak ve Bolşevik İhtilâli gerçekleşmeyecekti.
Bu cephenin önemi, yaklaşık iki sene önce Birinci Balkan Harbi'nde mağlup olmakla kalmayarak onur kırıcı durumlara düşen Osmanlı ordusunun kazandığı başarının büyüklüğü ve Atatürk'ün Çanakkale savunmasında görev almış olması, bu tarihî gelişmenin "İstiklâl Harbi" ile eklemleştirilmesini anlamlı kılmaz.
Çanakkale; Plevne ve Balkan Harbi'ndeki Çatalca müdafaaları gibi pâyitahtının düşman eline geçmesini önlemek isteyen imparatorluk ordusunun ağır kayıplar pahasına bir savunma hattını tutmasıdır.
Osman Paşa ile komutası altındaki ordunun Plevne müdafaasını geleceğin "Türk ulus- devletinin temellerini atmak amacıyla" yapmaması gibi Çanakkale cephesinde savaşanlar da "Osmanlılık" ideolojisi çerçevesinde "vatan-ı umumî" ve hilâfeti korumak için savaşmışlardır. Nitekim cephenin kapanmasından yaklaşık iki sene sonra, 1918'de Millî Mecmua'ya mülâkat veren Mustafa Kemal Paşa da Çanakkale'de "Darü'l-hilâfe ve saltanat kapılarını muhafaza" amacıyla çarpıştıklarını ifade etmiştir.
Dolayısıyla Çanakkale muharebelerinin Plevne benzeri örneklerden farklı olmayan bir "Osmanlı" müdafaa harbi olarak değerlendirilmesi anlamlıdır. Çanakkale'de asker, ulusdevlet milliyetçiliği ile değil Osmanlı vatanseverliği ve cihad hissiyatı ile savaşmış; modern, seküler Türkiye'nin temellerini atmak için değil imparatorluğun dağılmasını, hilâfet merkezinin düşman eline geçmesini önlemek amacıyla düşmanı durdurmaya çalışmıştır.

Etnik kimlikle mi savaştılar?
Bu tespit çerçevesinde, Çanakkale müdafaasının Türklerle Kürtlerin beraber yaşama iradesini gösteren bir "ruh" olarak sunulmasının da hatalarla malûl olduğu vurgulanmalıdır.
Çanakkale'de ölenleri günümüzden geriye bakarak etnik kökenleriyle kimliklendirme anlamlı değildir. Muharebede ölenler orada "Türk" ya da "Kürt" olarak -amele taburlarında çalıştırılırken hayatlarını kaybeden gayrımüslimler de etnik kimlikleriyle- bulunmamışlardır. Onlar "Osmanlı vatandaşları" ya da halifenin ilân ettirdiği cihad çerçevesinde savaşan "Müslümanlar" olarak tarihin en önemli müdafaa savaşlarından birine katılmışlardır.
Dolayısıyla Kırım'da ölen Tunus, Yemen'den dönemeyen Arnavut askerleri ya da Harb-i Umumî'nin son aylarında Kafkasya'da ilerlerken ebediyete intikal eden Irak taburları mensupları gibi, Çanakkale'de şehit olanların da günümüzden geçmişe bakarak etnik kimliklendirmeye tabi tutulmaları anlamlı değildir.
Unutulmaması gereken bir diğer husus ise Çanakkale'de ölen askerlerin oraya kendi iradeleriyle ve bir tercih yaparak gitmemiş olmalarıdır. Bu nedenle Çanakkale müdafaasından "ortak yaşama iradesi" çıkarılması anlamlı değildir.
Buna karşılık 1918 sonrasında Kürtlerin çoğunluğunun kendi iradeleriyle etnik milliyetçilik ve ayrılıkçılığı değil Erik Jan-Zürcher'in, Nikki Keddie'nin "İttihad-ı İslâm'ı bir proto- milliyetçilik olarak" kavramsallaştırmasından türettiği bir ideoloji olan "Müslüman milliyetçiliği"ni tercih etmeleri ve beraberlik iradesi ortaya koymalarının önemi ortadadır. "Ortak yaşama" iradesi Çanakkale'de değil burada şekillenmiştir.

Kahramanlar ve Aidiyet
Çanakkale muharebelerinin tarihselleştirilmesi etrafında yaratılan tartışmanın üçüncü bir yönü de "zafer"in aidiyetidir. Atatürk etrafında oluşturulan şahıs kültü, onun hayatının her evresinde, içinde bulunduğu tüm gelişmelerde "lider" olduğu iddiasını ortaya atmaktadır.
Bu hiçbir birey için mümkün değildir. Örneğin Atatürk, rolünün daha sonra abartılmaya çalışılmasına karşılık 1908 İhtilâlinde Terakki ve İttihad Cemiyeti gizli askerî yapılanması üyesi bir yüzbaşı olarak ikincil bir rol oynamış, Binbaşı Enver, Kolağası Niyazi ya da Miralay Sadık Beyler gibi ön plana çıkmamıştır.
Atatürk, kaymakam olarak geldiği Çanakkale'den miralay olarak ayrılırken önemli başarılara imza atmış, üstün cesaret ve liyakat göstermiş, olağan şartlarda rütbesindeki bir subay kumandasına verilmeyecek cesametteki birliklere komuta etmesi uygun görülmüştü. Ordu komuta heyetinin de takdire şâyân bulduğu bu başarılar ortadadır.
Söz konusu başarılar kendisinin kamuoyunda tanınması ve 1919 sonrasında liderlik mevki'lerine gelmesine de yardımcı olmuştur. Ama bu nedenle Çanakkale'yi Atatürk'ün başarısına indirgemek, buradan hareketle de onun Türkiye Cumhuriyeti'ni kurma sürecini burada başlattığını ileri sürmek, anlamsız bir teleolojiye saplanmak kadar, tarihî bir gelişmeye ideolojik körlük neticesinde perspektif, ölçü ve objektif kıstaslar çerçevesinde yaklaşamamak anlamına gelir.
Son tahlilde ele aldığımız üç konuda da sorun "tarihselleştirme" yapılabilmesinde düğümlenmektedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA