Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Paris'te insan maceraları

Dört beş hafta sonunun her birisini insan dünyanın bir başka metropolünde geçirince ister istemez bunları birbiriyle kıyaslıyor. Hele bu kentlere öteden beri gelen birisiyseniz mukayese hem yatay hem düşey eksende devam ediyor. Cumartesi akşam üstü Paris'e varıp gençliğimde dostum ressam Komet'le barında şampanya içtiğimiz otele indiğimde bir de ister istemez kendimi kendimle mukayese etmek zorunda kaldım. O da işin başka bir yanı.
19. yüzyılda İstanbul'dan kalkıp gelenlerin bu kentten büyülemesi kaçınılmazdı. Walter Benjamin'in tabiriyle Paris "19. yüzyılın başkenti"ydi, bir "ışıklar şehri"ydi ve hayal hanesinde pek çok övülen ama şimdi hafif renklendirilmiş resimlerinde ne kertede yoksul, dökülen bir şehir olduğu apaçık görülen İstanbul'dan buraya gelenler şaşırmayıp da ne yapacaktı?
Aslında hiçbirisi bir şey söylemeyen o yazıları dikkatle okuyunca yazarların, Haussmann'ın açtığı büyük bulvarlar ve Napolyonik binalarla görkem kazanmış bu şehrin fiziğinden çok orada cereyan eden yaşantıdan etkilendikleri anlaşılabilir. Kafeleri, şarkılı kahveleri, revüleri ve o çok "libertin" (daha ziyade cinsel bakımdan serbest) yaşantısıyla Paris vurucudur. Yeraltı hayatı, kadın erkek ilişkileri, cinselliğin o tarihte bile serazat yaşanması karşısında herkes, bir lokma bir hırka idealinin peşinde bir ermiş hayatı sürdüren "Jön Türk" Ahmet Rıza Bey olmadığı için, bu hayatın hayalini çantasına koyup İstanbul'a dönerdi. Abdülhak Hamit de, Yahya Kemal de böyle yaşadılar. Daha beteri 1970'lerde bile böyle algılıyordu Türkler Paris'i. Attilâ İlhan üstadım iki yıl önce öldüğünde hâlâ 1950'de gördüğü ve toplam galiba üç dört yıl yaşadığı Paris'i anlatıyordu bize.
Cumartesi gecesi Paris lokantaları, sokakları kalabalıktı. Biteviye yağan yağmur, gitgide soğuyan hava kaldırımların lezzetini azaltmıştı. Gene de Paskalya yortusu nedeniyle kiliselerin kapısından ilahiler yükseliyordu ve turistler kahveleri tıklım tıkış doldurmuştu. Paris'i görmek sadece Türklerin değil, Fransız taşrasında yaşayanların da emelidir.
Atina, New York, Londra'da zaman geçirdikten sonra başımı çevirip vitrinlerine baktığımda gördüğüm şıklığın gerçekten sadece buraya özgü olduğunu aklımdan geçirdikten sonra yemek yerken etrafımdakilere bakıp buradaki "insan macerası" nın gerçekten çok farklı olduğunu düşündüm.
İki şey bu insanları dünyanın geri kalan kısmından ayırıyor: özgürlük ve kültür.
Yedikleri yemeklere şunca yıldan sonra bile şaşmamak ne mümkün? Yerin altında, üstünde olan, çıkan, biten, yetişen her şeyi yemeğe dönüştürmek bir maceradır. Bu macera kültürün en müşahhas halidir. Onca malzemeyi bir araya getirmek, karıştırmak, ona en uygun, en çok yakışan lezzeti bulmak ve işte bütün bu terkibi meydana getiren heyecana, dikkate, dirayete sahip olmak kültür dediğim şeydir. Yemek dediğim şey mimarlıkta, dekorasyonda, edebiyatta, resimde aynen geçerlidir. Yeni bir şey yaratmak, onu zekâyla, eleştirel düşünceyle yoğurmak.
Bir de özgürlük. Bu bir tarih. Ayaklanan köylüler, ayaklanan burjuvazi, ayaklanan işçiler, öğrenciler... Bu sosyal özgürlüktür diyelim. Beni asıl ilgilendiren teker teker insanların hayatta belki küçük kazançlarla yetinmek ama sadece kendi istedikleri işleri yapmakla ömürlerini geçirmek arzusudur. Bu toplumsal gelişmişlikle ve gene toplumsal geçmişle ilgili bir şeydir ama Paris'in daima dar, daima küçük mekânlarında yiyip içen, eğlenen insanları, sonuna kadar bu kararla yaşıyor. Bu kararın altında müthiş bir birey kültürünün, direnme anlayışının, başkaldırının, meydan okumanın olduğunu insan zevkle, sevinçle görüyor.
Ah bir de kendilerini hâlâ 19. yüzyılda sanmasalar, bunu anladıkları, hayatın ve zamanın ülke olarak ellerinden kaçtığını fark ettiklerinde yaşadıkları kalp kırıklığının itkisiyle bu kadar asabi olmasalar.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA