Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Ataç öleli...

Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD'de çok önemli bir görüşme yapacak.
Fakat görüşme ben yazıyı yazdıktan hayli sonra başlayacak. O minval üzere bir şeyler yazacaktım. Bu konularda akıl danıştığım tek dostum, bilgece bir söz edip, 'yazın çıktığında eskimiş olacak' dedi. O zaman karar verdim, iyisi mi, 17 Mayıs vefatının 60. yılıdır, oturup Nurullah Ataç yazısı yazayım dedim.
Onu ilk okuduğum yılları anımsıyorum.
Ortaokuldaydım. Yahya Kemal'in Baudelaire'e, Verlaine'e olan tutkusunu anlatırken dediği gibi, ben de Ataç'ı daha ilk okuyuşumda 'sıtmalı bir iptila' ile sevdim.
(Şu laflarımı kendisi okusaydı, çıldırırdı herhalde.) Ondan sonra da bugüne kadar üstümdeki etkisi, gitgide daha derinlerde işleyerek devam etti.

***
Beni ona bu derecede çeken ve bağlayan neydi? Bu sorunun cevabını 'çok zamanlar' düşündüm. Açıkçası tamamen ona benzer bir ruh haleti, entelektüel ilgi alanı ve tam kelimesiyle söyleyeyim 'çelişkiler' içinde bulunmamdı.
Ataç, Yunan ve Latin klasiklerini önemsiyor, 'tam Batılılaşma' için okullara Yunanca- Latince okutulması gerektiğini söylüyor fakat delice bir tutkuyla Divan edebiyatının en güzel dizelerini bulup çıkarıyordu.
'Aşk romanı isteriz' diye yazıyor ama şiirde en öncü, en yenilikçi, avangard akımları desteklemek ne kelime 'keşfediyordu.' Orhan Veli ve arkadaşlarını tek başına 'yaratmıştı.' Tiyatroya içine işlemiş bir tutkuyla bağlıydı ama sinemayı savunuyordu.
Kısacası bir Osmanlı olarak içine doğduğu dünyanın daha sonra yöneldiği Batı kültürüyle karşılaşmasından doğan bütün çatışmaları yaşıyordu.
Ben de öyleydim. Tamı tamına, tıpı tıpına.
Osmanlı musikisiyle sarmaş dolaştım ama Batı musikisini doyamadığım bir açlıkla dinliyordum. Antik Yunan ve Roma harabelerini 'Stendhal sendromu'yla geziyor ama Osmanlı kültürünü dünyanın/ dünyamın odağına yerleştiriyordum. Fransız edebiyatıyla biçimlenmiştim fakat Türk şiiri ve romanına gömülüydüm. Onun hafızası kuvvetliydi, benimki de bir filinki kadardı.
Onunki de tıka basa şiir ve edebiyat doluydu bu da. Mesela, Gölpınarlı'nın o acayip kitabı Divan Edebiyatı Beyanındadır'ına karşı bir tek o karşı çıkıp korkunç bir eleştirel yazı yazmıştı dostuna, divanları savunan, ben de onu ilk okuyuşumda ezberime almıştım.
Kısacası, şimdi insanlar Tanpınar'da ne buluyorsa, ben de en eski arkadaşlarından ve sonra da kavgalı, küskün olduğu Ataç'ta onları buluyordum. Bu meselelerle olan iç mücadelem de bugüne kadar bitmedi, daima iç içe halkalar şeklinde büyüyüp gelişti. Nasıl unutabilirdim mesela, Divan Edebiyatından beyitleri dipnot olarak verdiği, Laclos'dan çevirdiği Tehlikeli İlişkiler'i?
***
Bütün bunların üstünde Ataç mucizevi bir Türkçenin kurucusuydu. Çevirileri de kendi yazıları da o Türkçenin burçlarıydı.
Hele Günce'si? Sırf onun yazılarından tanıdığım ve o hayran olduğu, 'güncecilikte' ustası saydığı için Leautaud'nun 15 cilt tutan günlüklerini -Journal Litteraire-, bin bir zahmetle zaman içinde bulup ben de biriktirmiştim. (Bu ciltler bir de arkadaşım Antoine Doinel'de mevcuttur. Zaten birbirimize çok benzeriz.) Bu Türkçe meselesiyle çok uğraştım.
Zamanında edebiyatçıların, en son da hayranlığını günlüklerinden öğrendiğimiz Erdal Öz'ün dediği gibi Ataç usta bu dil işine bir 'modernizm' meselesi olarak gelmişti.
Modernizmi, daha sonra, bence düşüncesinin kaynakları bakımından en önemli kitabı olan Prospero ile Caliban'da göstereceği gibi 'ussallaşmanın' (akılcılığın/ rasyonalizmin) bir uzantısı sayıyordu. Onu tam anlamıyla, eksiksiz ussal insanın var olacağı bir 'sistem' olarak görüyordu.
Bunun yolu dilde arılaşmadan, dilin kusursuz, pürüzsüz bir iletişim aracı olmasından geçiyordu. 'Türkçeleştirme' çabasının altında bu düşünce yatıyordu. Çünkü Ataç, sadece öz Türkçeden yana değildi. 'Öz insandan' yanaydı. Bu insan, nasıl dilsel anlatımda boş söze yer vermeyecekse, aynı şekilde, boş davranışa (mesela gereksiz duygusallığa, yapmacıklığa, kaba sabalığa) da yüz vermeyecekti.
Ama tüm bu öğeler bir arada Türkçenin bir yazın dili olmasına engel değildi. Nitekim bu saptamayı yıllar sonra büyük öykücümüz Demir Özlü yaptı ve Ataç'ın Türkçeyi bir yazın dili olarak kurduğunu belirtti. Sadece Adsız Kök çevirisi bile buna kanıttır.
Ataç 1957'de öldü, ben 1957'de doğdum.
Ataç öleli 60 yıl oldu ben 60 yaşıma geldim.
İşte böyle...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA