Suriye'deki gelişmelerin Türkiye açısından seyri, Boğaz'a girmiş tanker misali.
Manevra kabiliyeti sınırlı. Ya darboğaz geçilerek açık denize çıkılacak ya da şartların değişmesi beklenecek. Tabii bu arada gerekli güvenlik önlemlerinin alınması da kaçınılmaz. 4 Ekim'de TBMM'de kabul edilen tezkereyi, "kılavuz kaptanlık" olarak da görmek mümkün. Yani bir tür zorunlu sigorta gibi...
Kuşkusuz, tezkerenin caydırıcılığı kadar provokatif olaylarla Türkiye'yi sıcak çatışmanın içine sürüklemesi riski de var. Ama Suriye'deki ateşin sınırlarımıza dayandığı da bir başka gerçek.
Zaten Hükümet, tablonun farkında. Bizzat Başbakan'ın ağzından, "Savaş çıkarmak istemiyoruz" mesajı verilmesi, aynı anda kararlılığın kayda geçirilmesi bu nedenle önemli.
***
Gelinen aşamada birbirine karşıt şu iki görüşü de hatırlatmalıyız:
1- Arap Baharı'nın Suriye'ye kadar uzanması Türkiye'nin projesi değildi. Ankara, ahlaki davrandı.
2- Gelecekte masada olmak uğruna Suriye'nin iç dinamiklerine bu kadar taraf olunmamalıydı. Şimdi bedel ödüyoruz.
Yukarıdaki zıt görüşler üzerinden yaşanan bölünme çok açık. Nitekim Hükümet'in, Esed rejimine karşı takındığı tutuma yönelik eleştirilerine, tezkere tepkisini ekleyenler olduğu gibi ikisini ayıranlara da rastlamak mümkün. Toplum, "
stratejik derinlik" ile "
vicdani körlük" arasında gel git yaşamakta.
***
Burada kritik soru şu:
"
Akçakale olayının arka planı nedir? Esed, buna cesaret edebilir mi?"
Gerek Genelkurmay'ın radar kayıtları gerekse MİT'in sahadan aktardığı canlı bilgiler, saldırının Suriye Ordusu'ndan geldiğini teyit ediyor. Askeri ve istihbari kaynaklar, Esed taraftarlarının gerek ülke içindeki sıkıntılı durumu örtmek gerekse uluslararası kamuoyunun dikkatini bir başka tarafa çekmek için bilinçli ve kontrollü gerilim taktiği uyguladığı kanaatinde.
Tespit ne olursa olsun...
Savaş istememek ayrı şeydir, savaşa hazırlıklı olmak ayrı şey.
Türkiye, BM Güvenlik Konseyi'nin iki yüzlü, İran'ın mezhep temelli duruşu karşısında kendi göbeğini kendisi kesmek zorundadır!