Türkiye'nin en iyi haber sitesi
AHMET ÖRS

'Daha önce yediklerine say' demeyin lütfen

Yeme içme konularında yazı yazanlara imrenen çoktur. Doğrusu bir yere kadar haksız sayılmazlar. Söz gelimi hayatını muhasebecilikle kazanan, sabahtan akşama kadar sayılarla uğraşan biri, hele midesine de düşkünse, doğal olarak yemek yemekten, kaliteli içkiler içmekten ve bunun üzerine ahkam kesmekten geçimini sağlayan benim gibilere imrenecektir. Yıllardır yemek kültürü yazıları yazarım. Zaman zaman restoran eleştirileri de kaleme aldım. İnsan bir işi profesyonel olarak yaparsa, her meslek erbabı gibi zamanla onu kanıksıyor. Benim için iyi yemek, iyi içki içmek mesleğimin bir parçası; bunu yaparken tek kaygım olabildiğince objektif, duygularımı bir yana bırakıp bilgimi, deneyimimi yazılarıma yansıtmak. İki haftadır bu köşede sizlerle birlikte değildim. Geçirdiğim bir hastalık yazılarımın en önemli sermayesi olan yemek tüketimini neredeyse sıfırladı. Pankreasımdaki iltihap teşhisiyle bir özel hastaneye yattım. Hayatımda ilk kez -umarım son kez- beş gün süreyle ağzıma tek lokma koymadan, sadece serum ile beslendim ve yemek yiyebilmenin ne denli önemli bir nimet olduğunu çok çarpıcı biçimde hissettim. Serumla beslendiğim dönemde sadece su içebiliyordum. Gerek hastalık, gerekse gece gündüz kanıma damla damla giren serum açlık hissini yok etmişti. Yemek yiyemediğim için iyice dinlenen damağımda, su gibi, gündelik hayatta lezzeti olabileceğini hayal bile edemediğim bir sıvıda bile birçok tat nüansları yakaladım. Hatta daha önce diğerlerinden daha hafif olduğunu bildiğim bir su, bana neredeyse şeker katılmış kadar tatlı geldi.

'NASILSIN' DİYE SORANLARA 'AÇIM ' DİYORUM
Beşinci günün akşamı azar azar perhiz yemeğine geçtim. Et, balık, tavuk gibi proteinlerin, karbonhidratların yasak olduğu diyetim, şekeri, tuzu, yağı olmayan sade suya sebze çorbası, iki kaşık diyet yoğurt, yağsız, tuzsuz sebze püresi ile bir dilim kepek ekmeğinden oluşuyordu. Bu kadar süre yemek yememiş biri ağzına bir şeyler girince kendini mutlu hisseder herhalde diye düşünürdüm. Öyle olmuyormuş; ilk lokma ile birlikte mesleki deformasyonun getirdiği alışkanlıklar kaldığı yerden devam ediyormuş meğer. Yediklerimin bazıları diyet yemeği olduğu halde lezzetliydi. Özellikle çorbalardan şikayetim olmadı. Ama tatsız tuzsuz kabak ve brokoli karışımı püre, hele üst üste iki gün öğle-akşam ana yemek olarak önüme gelince, durumu protesto ettim. Anlayışlı diyet uzmanı bana daha fazla acı çektirmedi ve alternatif seçeneklerle durumu kurtardı. Hızla iyileştiğimi her geçen gün açlık hissini daha belirgin biçimde hissedişimden anlıyordum. Önüme gelen kısıtlı yemeğimi birkaç dakika içinde mideye indiriyor, bir sonraki yemeğin hayalini kurmaya başlıyordum. Hani adettendir, hastalara "Nasılsın?" diye sorduklarında, "Çok şükür iyiyim," yanıtı verilir. Bana bu soru sorulduğunda otomatik yanıt "Açım!" oluyordu. "Sen de daha önce yediklerine say!" diyen dost bellediğim kişilerin aslında mesleğime imrendiklerini fark ediyor, fena halde içerlediğimi belli etmemeye çalışıyordum. Öyle ya, insanoğlu deve değil ki yediklerini hörgücünde saklasın, zor zamanlarında sindirim sistemine katsın... Sıkı perhizim hâlâ sürüyor. Hatta açlığa alışmaya başlıyorum. Haşlanmış kabağın üzerine serpilen birkaç damla sızma zeytinyağının o yavan sebzeyi nadide bir ziyafet yemeğine dönüştürdüğüne bile kendimi inandırabiliyorum. "Sen her gittiğin restoranda bir kusur bulmaya çalışıyorsun. Allah'ın sopası yok, seni en hassas yerinden böyle vurdu," dediğim oluyor. Ama bu duyarlı anlarım çok uzun sürmüyor. Eskisi gibi unutulmaz lezzetlerin peşinden koşacağım günleri iple çekiyorum.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA