Türkiye'nin en iyi haber sitesi
REFİK ERDURAN

Dil yaresiz

Çok kitap okuyorum.
Hayır, "entelektüellik" tasladığımdan değil. İş diye.
Şu ortamda kitap yayıncılığına soyunma yiğitliğini gösteren bir üniversitede görev aldım dost hatırına. İrili ufaklı sorunlara ışık tutan bir şeyler bulma umuduyla dünya yayın listelerini tarayıp durmaktayım.
Ülkeleri yönetenlerle inceleyenlerin ne kadar farklı bakış açılarına sahip olduklarını gördükçe şaşıyorum.

***
Yunanistan bizdekinden beter dalaşlar içinde. Ekonomiyi darboğazdan çıkarmaya çalışacaklarına, enerjilerinin büyük bölümünü birbirlerinin boğazını sıkmaya harcıyorlar.
Karamanlis bunaldı, "Kazanacağa benzemiyorum ama bakarsın sürpriz olur" hesabıyla zar atarak erken seçim ilan etti. Zaten içteki çatlakların çoğaldığı bütün ülkelerde sandığa gitme işlemi bir "son çare" formülü sayılıyor.
Ama Oxford profesörlerinden Paul Collier kendi kendileriyle boğuşarak bocalayan toplumları uzun uzun incelemiş. "Altta Kalanlar" adlı kitabında açıkladığı şaşırtıcı sonuçlardan biri de şu:
Bir ülke çok kavgalı ise, sandığa gitmek oraya iç barış ve huzur getirmiyor. Tersi oluyor.
Şiddet riski seçim yılında azalsa da, ertesi yıl iki katından yükseğe çıkıyor.
Şiddetin iç savaşa yol açma olasılığı da artıyor seçimden sonra.
Neden peki?
Collier'in açıklaması şöyle:
"Her seçim bir boy ölçüşmedir. Yenen ve yenilen oluyor. Öncesindeki ortamda kavganın çetinliği belirli bir çizgiyi aşmışsa, yenilen kabullenemiyor sonucu. Yarış dövüşe dönüşüyor."
Komşuda da, bizde de çekişmelerin çetinlik çizgisini dikkatle izlemek gerek.

***
Hırgürün dozu kadar niteliği de önemlidir. İkiye ayrılır kavgalar:
1. Çıkar paylaşmaları.
2. Ego sürtüşmeleri.
Birincileri tatlıya bağlamak daha kolaydır. Pastanın nasıl bölüşüleceği tartışılıyorsa, taraflardan birinin açgözlülükten biraz vazgeçirilmesiyle bir oran üstünde anlaşılabilir.
Ama arada hakaretler teati edilmişse, taraflar birbirini hor gördüğünü açığa vurarak aşağılamışsa, iş çatallaşır. Konu pasta olmaktan çıkar. Tartılması ve oranının belirlenmesi çok daha zor olan onur, gurur, haysiyet gibi ego değerleri girer devreye.
Arabamı çalanın kovuşturulmasına boş verebilirim. (Verdim de.) Anneme söveni ise bağışlayamam ömür boyu.
Bu bağlamda insanın en tehlikeli uzvu eli değil, dilidir. Yazık ki ülkemizde onun kullanımı gitgide daha sorumsuzca yapılıyor.

***
Geçenlerde ölen Ted Kennedy gençliğinde aklına eseni yapan, ağzına geleni söyleyen biriydi. Cumhurbaşkanlığına seçilen büyük ağabeyi ve Beyaz Saray'ın kapısına ulaşan küçük ağabeyi öldürülünce o girdi sıraya. Seçileceği kesindi.
İçkili kullandığı arabayı köprüden uçurdu. Yanındaki kadının öldüğünü birkaç saat haber vermedi polise. Başkanlık şansı sıfırlandı.
Kişisel reform yaptı. Eline, beline, diline hâkim bir senatör sıfatıyla hayırlı işlere verdi kendini. Tabuları yıkıyor, başkalarının dile getiremediği doğru ama sivri sözleri kimseyi kırmadan söylüyordu. Rakip partinin de güvenini kazanarak, herkesten saygı görerek geçirdiği uzun yıllar sonunda medya ona Senato Aslanı demeye başladı.
En büyük merakı İrlanda idi. Oradaki iç dövüş öyle çetinleşmiş ve müzminleşmişti ki, günün birinde sona erdirilebileceğini uman yoktu. Ted devreye girdi, bıkıp usanmadan uğraşarak tarafları bir araya getirdi, yıllardır sürmekte olan barışı sağladı.
Nasıl başardığını soranlara gülümseyerek "Dilimle" derdi.
Bizim bugünkü kavgalarımız çıkar paylaşması değil. Sözcüklerin, renklerin ve biçimlerin çağrıştırdığı kişilik değerleriyle ilgili. Onları bağdaştırmaya çalışırken, alkollü patavatsızlıktan Senato Aslanlığına terfi eden Ted kadar olamaz mıyız?
Hakkı Devrim ustanın kulaklarını çınlatalım. Dil Yaresi açmadan tartışmak çok mu zor?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA