Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Aşiyan’da şairler vardı bir de erguvanlar!.

Ülkem, başta da İstanbul'um, benim cennet İstanbul'um gene seçim günlerine girdi, bitmekte olan Erguvan Günleri'ni yaşayamadan..
Siyasetten nefret etme sebeplerimin başında gelir seçim günleri.. Öfke, kin, nefret, bölme, ötekileştirmenin şaheserleri bu günlerde yaşanır çünkü ben bildim bileli..
"Bildim bileli" dediğim, 1946'dan beri..
Ben insanı severim.. Ben İstanbul'u, Tanrı'nın dünyada en cömert davrandığı, cennetinin adeta gösteri yeri diye yarattığı o cennet İstanbul'u çok severim. Onu cehenneme çevirmek için her şeyi yapan bizlere rağmen hâlâ güzel kalmakta ve mevsim mevsim yaşatmakta direnen İstanbul'u severim..

Muhsin Kızılkaya ve dostu, Erguvan Mevsimi'ni yaşamak için Hisar'a doğru yola çıkarlar.. Bu Hisar'a.. Tarih ile doğanın bu kadar güzel kucaklaştığı bir yer daha var mı acaba?. Ve siz İstanbullular, kaçınız gidip gördünüz?.

Sabah bahçemde kardeşim Kemal'le kahvelerimizi içerken, karşımdaki Erguvan ağacına baktım.
Son çiçekler de ölüyor, yerlerini yapraklara bırakıyorlar artık..
Bu güzellik biterken, yerini başka güzeller alacak..
Görebilirsek, yaşayabilirsek.. Siyasetten vakit bulursak..
Bu hafta sonunu, bu sütun okurları hiç değilse, siyasetsiz, güzellikler, dostluklar, kardeşlikler içinde geçirsinler istedim. Bugün köşemde, Muhsin Kızılkaya'nın yazısını okuyacaksınız. Yarın Anneler Günü.. Benim kimbilir kaçıncı kez yayınladığım o klasik Anneler Günü yazımı..

***
Muhsin Kızılkaya, geçen hafta ilk bölümünü bu sütuna koyduğum enfes yazısında, İstanbul Rumeli Hisarı'nda, Aşiyan'da yatan şairlerde Erguvan'ı anlatıyor..
Bir dostu ile Erguvan Mevsimi'ni yaşamaya giderler, Hisar'a.. Giderken yol üstü Aşiyan.. Çağdaş Türk şiiri orda yatıyor nerdeyse..
Kaldığımız yerden devam edelim, Muhsin'e..
***

Hıristiyan inanışındaki adı "Judas tree"dir. Yani "Judas'ın ağacı", bildiğimiz Yahuda'nın..
Hani İsa'nın on iki havarisinden biri, onu gammazlayan havari var ya, o işte...
Derler ki Yahuda, İsa'yı yakalamaya gelen askerlere, onun kim olduğunu göstermek için yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü sonrasında o kadar büyük bir utanca kapılmış ki yüzü adeta erguvani bir renge bürünmüş. Bu utancı daha fazla taşıyamamış, ihanetinin bedelini ödemek için gidip kendini bir erguvan ağacına asmış. Ve yine derler ki, Yahuda kendini asmadan önce bu ağacın çiçekleri beyazmış. Ağaç bile bu ihanet ve utancı kaldıramamış. Yahuda kendini ona asar asmaz, ağacın çiçekleri kan kırmızısı ile pembe karışımı bir renk almış.

*

Ölüler hariç her şey dirilmişti Aşiyan'da.
Yolumuza Edip Cansever'in mezarı çıktı. Anıtmezarında ters dönmüş bir karanfil vardı.
"Yerçekimli Karanfil"i yazana bu yakışır demiş olmalı mezarı tasarlayan mimar Nevzat Sayın herhalde.
Dostum, "Boşversene Sen Niye Beklemeli" şiirini terennüm etmeye başladı şairin mezarı başında:


"Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu."

Hayır, bir ressamın hayali değil, gerçek bu.. Erguvan mevsiminde İstanbul burası.

Ruhuna bir Fatiha okurken, Edip Cansever'in ölümü üzerine yazdığı "Turgut Uyar" başlıklı şiirinin o bölümüne gitti aklım:

"Dün müydü, yüzyıllar mı geçti bilmiyordum ki
Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
İki tek votka içtik varmadan Aşiyan'a
Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
Az sonra kalkıp gitti o
Kalakaldım ben oracıkta"

Dostunun gidişinden sonra Edip Cansever de fazla kalmadı "oracıkta."
Onu da alıp götürdüler Aşiyan'a.

Turgut Uyar, Edip Cansever'den bir yaş büyüktür; 1985'te 58 yaşında öldü. Edip Cansever ondan bir sene sonra, 1986'da öldü.
Öldüklerinde ikisi de 58 yaşındaydı.
İkisi de Aşiyan'da yatıyor şimdi.
İkisinin de yaşlanmasını ölüm durdurdu.

*

Yakın bir zamanda mezarını restore etmişler Orhan Veli'nin. Orada yatan herkesi yakın akrabaları gibi bilen mezarlık bekçisi daha önceki gelişimde bana, "Beykoz Belediyesi yaptı mezarını abi, oralıdır, o yüzden" deyince, belediyenin açtığı çukurda, "bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü"geldi aklıma.
Belki de bizi buraya getiren o güzel havalar girdi kanına, belki de "erguvan atlaslara dolarak gelen" böyle bir günde "istifa etmişti evkaftaki memuriyeti"nden.
Sırtımızı verdik Orhan Veli'ye, karşımızda bir yükseltinin üzerinde kafasını kaldırdı Turgut Uyar;
Edip Cansever'den selam getirdiğimizi biliyordu sanki.
Dostum mezarı başında onun "Söylenir" şiirinden bir bukle okudu:

"sıcak yaz
solgun bir coğrafya gibi belleğimde
şapkalar çiçekler eski elbiseler
geçmişi olan eski elbiseler
denizden çıkan bir ışık
unutulmuş bakımsız arka bahçeler
öyle oldum ki anlatamam
her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa öyle
belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle
gidip geldim caddelerde
Fatih nerdeydi Samatya nerde
nerden gidilirdi Üsküdar'a
düşünüp durdum günlerce"

*

O kadar oyalanmıştık ki Aşiyan'da güneş ne zaman kaçtı, ölgün bir kırmızılık ne zaman Boğaz'ı kendi rengine büründürdü anlayamadık.
Mezarlığın ana kapısına doğru giderken, Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi'ye rastladık. Yaşarken komşu şairler, komşu yazarlardı; burada da komşular.
"Günlük"lerinde Ahmet Hamdi, yaşarken Yahya Kemal'e hiçbir kitabını ithaf etmediğinden duyduğu pişmanlıktan bahseder. Oysa Yahya Kemal"Bahçelerden Uzak" şiirini ona ithaf etmiştir.
Tesadüfe bakın ki, o şiirde de erguvan vardır:

"İstemem artık ışık, rayiha, renk alemini, Koklamam yosma karanfille, güzel yasemini.

Beni bir lahza müsait bulamaz idlale, Ne beyaz bakire zambak, ne ateşten lale.

Beklemem fecrini leylaklar açan nisanın, Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın.

Her sabah başka bahar olsa da ben uslandım,

Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım."

*

Aşiyan'da yatan Özdemir Asaf'ın, Tezer Özlü'nün, Münir Nurettin'in, Nigar Hanım'ın, Cevdet Kudret'in, Onat Kutlar'ın gönlü kalmasın, bakmasınlar kusura, yetişemedik hepsine, başka zaman geliriz ziyaretlerine derken ana kapıya vardık.
Bekçi çoktan demir kapının zincirinin asma kilidini kapatıp gitmişti.
Biz içerde mahsur kalmıştık şairlerle baş başa.
Aşiyan'da şairler vardı bir de erguvanlar.
Akşam kızıllığı çökmüştü suya.
Duvarı tırmandık.
Komşunun bahçesinden elma aşıran yaramaz çocuklar gibi atladık duvardan, koynumuzda şiir, başımızdan erguvandan taçlar vardı.

*

Bebek'e doğru yürürken, "hayat nedir?" sorusu takıldı aklıma.
Belki de hayat, o sırada tarifi zor bir renge bürünmüş sol yanımdaki Boğaz'ın sularına büyük bir hayranlıkla bakarken, sağ yanımda, Orhan Veli'nin başına konan yelkovan kuşuyla yapılmış heykelinin bulunduğu küçük parkta açan bir erguvan çiçeğinin ölüp yerini yaprağa bırakışına şahit olmamdır.
Yetişemediğimiz, ıskaladığımız, yanından hızla geçtiklerimizdir hayat belki de!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA