Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Ömer Seyfettin’den, Kaşağı!.

"İşte tam zamanı" demiş ve iki hafta sonu, iki Ömer Seyfettin öyküsü nakletmiştim. Pembe İncili Kaftan ve Başını Vermeyen Şehit!.
İki öykü de geniş ilgi uyandırdı ve yankılandı.
Belli, ülkemizin nerdeyse unutulan, hele bazı çevreler tarafından bilinçli olarak horlanan, aşağılanan bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızın elimizden düşmez öykülerine fena halde ihtiyaç var.. Biraz daha sürdürmeye karar verdiğimi yazmıştım..
Bu pazar için, daha ilkokulda iken, babamın o muhteşem kitaplığına yerleştirdiği Ömer Seyfettin kitabında bulup okuduğum Kaşağı'yı seçtim.
Ömer Seyfettin Kitaplarını alıp okumak ister misiniz?.
Piyasada var.. Üç tane var..
Genel Yayın Yönetmen Yardımcımız Metin Kardeşim (Yüksel) elinde üç kitapla odama geldi.
"Ömer Seyfettin / Asilzadeler..
Gizli Mabed.. Bomba..
Bütün öyküleri yayınlayacak bir dizinin ilk üç kitabı. İlki geçen yıl bu ay çıkmış. Üçüncüsü bu yıl nisanda..
Kim yayınlıyor diziyi.. Turkuaz Yayınları..
İnanamadım.. Turkuaz Yayınları.. Yani biz.. Sabah'ı, ATV'yi, hatta bu kitapları satan D&R'ın da yeni sahibi Turkuaz Yayınları, bir senedir hem de Türk Klasikleri diye, Ömer Seyfettin dizisi yayınlarmış, haberim yok iyi mi?.
Bu gazetede en çok kültür, sanat, kitap yazan adamın haberi yok.. Hadi yok.. Yahu tam sayfa iki Ömer Seyfettin öyküsü yayınladım iki hafta üstüste.. "Ağbi biz bunların tümünü yayınlıyoruz" diye telefon etmez mi, bu yayınları yöneten Turkuazcı..
Ama olamadık.. Bir türlü bir "Turkuaz Takımı" olamadık..
Yahu Sabah takımı olamadık.
Nerde kaldı Turkuaz.. Asansörde, ayni gazetede çalıştığı arkadaşından bir selamı esirgeyen, asık suratla tavana, ya da telefona bakanlardan takım olur mu?.
Durmadan yazıyorum..
60 yıllık Öncü takımım var, Ankara'da kurduğumuz, topu topu üç yıl yaşayan gazete.. 50 yıllık Yankı takımımız hâlâ var. 40 yıllık Gelişim Takımımız var. Takım ruhu ölmez çünkü..
Ama, hem de 1990'dan beri çalıştığım Sabah'ta takımımız yok.
Olamadık.. Allah'ın selamını bile esirgeyen, bir tebessüm etmeyi çok görenlerle takım nasıl olunur ki..
Neyse.. Bu konuda öyle dertliyim ki?. Fırsat buldum mu lafı, derdime getirip içimi döküyorum.
Biz Ömer Seyfettin'e dönelim..
Kaşağı'yı okuyalım.. Dilerim bu çatının altındaki herkes de okur..
Belki onların da alacağı dersler vardır..
Hele yaşımın 80 olduğunu hatırlarlarsa..

*

AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi.
Annem, İstanbul'a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un yanından hiç ayrılmıyorduk.
Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı.
Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk.
En sevdiğimiz şey atlardı.
Dadaruh'la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu.
Hele tımar. Bu en zevkli şeydi.
Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı... tık... tıkı... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz, - Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir, - Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor.
- Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez, - Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
- Yapamazsın.
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan...
- Yapacağım.
- Büyü de öyle.
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda....
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu.
Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı.
Ben bir gün yalnız başıma kaldım.
Hasan'la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım.
Yok, yok!
Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım.
Az daha sevincimden haykıracaktım.
Annemin bir hafta önce İstanbul'dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu.
Hemen kaptım. Tosun'un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
- Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım.
Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim.
On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum.
Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan gelen, üstelik Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:
- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu.
Dadaruh, - Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim.
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
- Niye Dadaruh'a haber vermedin?
- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem.
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı!
Sonra sarı saçlı başını sarsarak, - Ben kırmadım, dedi.
- Yalan söyleme, diyorum.
- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım.
Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi.
Üzerine yürüdü "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti.
Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, "O yalancı" derdi babam.
Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu.
"Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?" derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız kaldık.
Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı.
Bir gün birdenbire hastalandı.
Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler.
Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı.
Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
- Niye ağlıyorsun? diye sordum.
- Kardeşin hasta.
- İyi olacak.
- İyi olmayacak.
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım.
O hastalandığından beri Pervin'in yanında yatıyordum.
O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor "İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu.
Pervin'i uyandırdım.
- Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.
- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...
Sözümü tamamlayamadım.
Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum.
Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım.
Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.
- Yarın söylersin, dedi.
- Hayır, şimdi gideceğim.
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor.
Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım.
Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum.
Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken gördük.
Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.

***


Kim seçiyor bunları!.

GAL nedir?. Daha doğrusu şöyle sorayım..
Tıkladınız, bir maç var ekranda..
Köşede "GAL 1- GSK- 0" yazıyor..
Hangi takımlar bunlar, bilebilir misiniz?
Diyelim o gün Galatasaray'ın maçı var. "Galatasaray 1-0 mağlup" der misiniz, demez misiniz?.
Beinsport bilmece kısaltmalar koymaya başladı yayınlara.
GSK dediği, Galatasaray değil. Gaziantep Spor Kulübü..
GAL ise, Galatasaray..
Niye böyle..
Bir ağanın keyfi bin yıldır bilinenleri kullanmak istemiyor da ondan.
Peki ÇRS ne?.
Çarşambaspor derseniz yaklaştınız.
Az daha batıya..
Çaykur Rize Spor..
Peki Galatasaray GAL oluyor da, Rize niye "RİZ olmuyor?.
Ne bir kural var, ne bir ilke..
Öyle esmiş, öyle yazıyorlar..
Artık sormuyorum, FEN ne, diye..
Beşiktaş BJK oluyor ama Fenerbahçe'de FB yasak da ondan..

***


Pazar Neşesi

Gecenin bir yarısı üstü başı toz toprak içindeki iri yarı adam bara girdi. Kılığından ve halinden, yandaki devasa inşaatın çimento hamallarından biri olmalıydı..
"Bana bir bira ver" dedi, Barmen'e.. Aldı kafasına dikti ve bağırdı..
"Bu barın sağında oturanlar, hepiniz ahmaksınız..
Alayınız ahmak!.." Az durdu.. Bekledi.. Gene bağırdı..
"İtirazı olan var mı?"..
Çıt çıkmadı barda..
Adam koca bardağı gene kafasına dikti.. Sonra döndü bağırdı gene..
"Siz öte yandakiler.. Siz hepiniz hıyarsınız!." Barda gene ses çıkmadı..
"İtiraz eden yok mu ulan içinizde" diye tekrar bağırırken, köşeden birisi ayağa kalktı, yürümeye başladı.
"Bir sorunun var galiba" diye gürledi birasını dipleyen adam.. "Nedir ulan derdin?."
"Derdim falan yok" dedi, yürüyen.. "Ben yanlış tarafa oturmuşum da.."

***


Bedri Rahmi'den..

Ürgüp
Bir masaldır yelken açmış
Yelkeni taş, rüzgarı taş
Teknesi taştan
Bir kadehtir dolup taşmış
Köpüğü taş, salkımı taş,
Saçağı taştan
Bu bir acayip dünyadır
Her yanı taştan
Güpegündüz bir rüyadır
Yatağı taş, yorganı taş,
yastığı taş
Uykusu taştan.
Bedri Rahmi Eyüpoğlu

***


Latin Sözleri
"Ab honesto virum bonum nihil deterret!."
"İyi bir adamı onur yolundan hiçbir şey döndüremez!"
Seneca Epistulae

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA