Cuma 23.11.2012 00:00

Ayşe Kulin şiir kitabı çıkardı

"Orhan'ın nobel almasından sonra benim 24 kitabım yabancı dillere çevrildi.

Türkiye'de sadece "çok satan" değil, farklı kesimler tarafından "çok okunan" bir yazar Ayşe Kulin. Romanları, biyografileri kitlelerin ruh ve hayal dünyasını tetikleyen Kulin bu kez şiirleriyle çıktı okurlarının karşısına. Arda Uskan, Kulin'le romandan, öyküden ve "hayatın şiiri"nden konuştu.

Hakkı Devrim "Esir Şehirde Bir Konak" romanını okuduktan sonra "Ayşe Hanım benim terminolojimdeki özel anlamıyla bir konak çocuğu. Bana Cumhuriyet dünyamızın memur çocukları daha tanıdık gelir çünkü onlardan biriyim" diye yazmıştı. Nasıl olunuyor "konak çocuğu"?

Biliyor musun Arda, ben bir tek o… çocuğu değilim!

Ama Hakkı Bey bunu çok olumlu anlamda söylemiş…

Biliyorum canım, şaka yaptım. Gerçekten konak çocuğuyum. Düşünebiliyor musun, 19. yüzyılda doğmuş insanların elinde büyüdüm. O konakta Osmanlı usulü yaşanırdı. Mesela her yemekte (Çinli miydik neydik) pilav ve hoşaf çıkardı.

Pilav zaten klasik Türk yemeği değil mi?

Ama pilav ve hoşafı ancak konak çocukları bilir. Pilav boğazına takılmasın diye yanında hoşaf verirlerdi. Kullandıkları dil, kıyafetleri ile bir tiyatro sahnesine düşmüş gibiydim. Anneannemin babasının redingotları, yelekleri, köstekli saatleri vardı. Mesela babamda yoktu bunlar.

Dedenden mi bahsediyorsun yani?

Yok, anneannemin babası.

Yani büyük büyük dede?

Tabii… Anneannemin babası öldüğü zaman ben ilkokul dördüncü sınıfa geçmiştim. Anneannem öldüğü zaman da orta ikideydim. Kazık kadar kızdım yani. Onun için bende Osmanlı ve konak etkisi çok baskındır. Bütün kitaplarımda da ister istemez bu etki görülür.

Bu kadar kitaptan sonra şimdi de şiirlerini "Saklı Şiirler" adı altında toplamışsın. Bu eski şiirleri yayınlamak nereden geldi aklına?

Bunlar 70'li, 80'li yıllarda yazdığım şiirler. Bu yıl bütün öykülerim toplu halde yeniden çıkacak. Yayıncım Barbaros Bey şiirlerim olduğunu da biliyordu. Zaten birini onun arkadaşı Candan Erçetin seslendirmişti.

Hangi şarkıydı o?

"Bahar"… Barbaros, "Şiirlerinizi de toplayalım, turşusunu mu kuracaksınız?" dedi. Zaten kitabın kapağında bir turşu kavanozu var. Zaten çok satan yazarlar edebiyat dünyasında fazla sevilmez. "Bir de şiirle çıkacak olursam beni çarmıha gererler" dedim önce…

Ben de bir çarmıh sorusu sorayım o zaman. Bu kadar kolay mı şiir yazmak?

Hiç kolay değil. Benim şairlere çok büyük sevgim ve saygım var. Kendime hiçbir zaman şair payesi vermek istemem. Benim yazdıklarıma şiir demek de istemiyorum. Bazı satırlarımı aldılar, kitaba koydular.

İznin olmadan koyamazlardı herhalde?

Tabii ki benim iznimle oldu. Güzellik yarışmasına katılıp da "Beni annem buraya soktu" numarası yapmıyorum. Ama gerçekten aklımda yoktu bu iş.

Aklıma takıldı, konuşmamızın başında "bir tek o… çocuğu değilim" dedin. O tepki nereden çıktı?

Tepki filan değildi canım... Ben aslında hem memur çocuğuyum hem konak çocuğu. Memur çocuğu olmanın bütün sıkıntılarını da çektim. Memur çocuğu olmak, hem yoksul olmak hem de kuyruğu dik tutmaktır. Gecekondudaki yoksulla, memur çocuğunun yoksulluğu aynı şey değil.

Nasıl oluyor onların yoksulluğu?

Maliye nazırı dedem de devlet memuruydu, Osmanlı'nın en parasız döneminde maaşını bile ödeyemiyorlardı ama o kendi yaşam tarzını devam ettirmek zorundaydı. İtibarı çok önemliydi, onun için çok sıkıntı çekilirdi evin içinde.

Şimdi gelelim suç listendeki birinci maddeye: Neden çok satan kitaplar yazıyor Ayşe Kulin?

Onu sana sorayım, çünkü okur sizsiniz. "Okumazsanız kendinizi vurun" diye kitabın yanında bir de küçük tabanca hediye etmiyorum.

Şaka bir yana edebiyat çevresinin çok satan yazarları küçümsemesi nedendir?

Onu da onlara sorun.

Ama "onu buna sor", "bunu şuna sor" dersen nasıl konuşacağız?

Peki, o zaman şöyle diyelim: Edebi eserlerle çok satanlar arasındaki fark nedir? Ya da bestseller ve edebiyat arasındaki fark? Mesela Selim İleri edebiyatçıdır. Çok da satar. Bugün oturup yeni bir roman yazsa o da çok satacak. Şimdi Selim İleri edebiyatçı değil mi? Ne diyebilirim ki, farkını bilemiyorum…

Peki, çok satmanın bir yöntemi var mı?

İlk başlarda var zannediyordum. Tuzunu, biberini, yağını gerektiği kadar koysan olur diye düşünüyordum. Fakat yazdıkça gördüm ki, bunların hiçbir önemi yok. Mesela "Köprü" kitabımı ele alalım.

Vali Recep Yazıcıoğlu'nun hayatını anlattığın kitap…

Evet, "Köprü" çok sattı. Aşk desen yok, kadın erkek ilişkisi çok az… Bir köprünün yapılışını anlatıyor sadece.

Üstelik biraz da belgesel gibiydi…

Haklısın öyleydi ama çok sattı, çok okundu. Hâlbuki konu sıkıcıydı. Demek ki bu iş nasıl yazdığına bağlı. Zaten hiçbir şeyi yeniden keşfetmiyoruz, her şey söylenmiş, yazılmış. En azından Shakespeare tarafından. O zaman üslup önemli diye düşündüm.

Şimdi "Köprü"yü köprü olarak kullanıp burada dizilere geçelim. "Köprü" kitabının televizyon dizisi de çok tutmuştu…

Ama onun benim kitabımla ilgisi yoktu. Erdal Beşikçioğlu müthiş bir vali tiplemesi çıkarttı orada.

Gerçekten de "vali" ve "Köprü" imajının dışında bambaşka bir hikâye vardı dizide…

Biyografi kitaplarımı dizi yapmak için geldiklerinde hep olayın kahramanının ailesine gönderirim yapımcıları. Önce onlardan izin alınması lazım. Recep Yazıcıoğlu ve Türkan Saylan konusunda da böyle oldu. Recep Bey'in ailesi kabul etti, diziden çok memnun kaldılar ve devam etmesini istediler. Onlar bu kadar mutluyken benim kitabıma uyuyor uymuyor demek bana düşmezdi. Tabii o arada benim kitabımın satışı daha da arttı.

Dizilerde kitabı veriyorsunuz sonra genellikle bambaşka bir hikâye çıkıyor karşınıza. Belki de böyle olması gerekiyor. Ama kitabın deforme olması sizi rahatsız etmiyor mu?

Açıkça söyleyeyim beni etmiyor. Çünkü kamera arkasında çok çalıştım. Sinema ve dizi dilinin romandan çok ayrı olduğunu biliyorum. Düşünsene her hafta 90 dakikalık bir sinema filmi çıkacak bu kitaptan. Sulanmaması mümkün değil, hamama giren terler. Ama kitap satıyor, okur kitlem genişliyor. Sadece benim dizilerim açısından söylemiyorum bunu. Roman uyarlamaları devam ettikçe hayatında kitap kapağı açmamış insanlar kitap okumaya başlıyorlar. Dizilerin buna çok faydası oluyor.

Şimdi ikimizin de çok sevdiği bir insana gelelim; rahmetli Ercan Arıklı'ya…

Gelelim vallahi… Ben Arnavutköy Kız Koleji'ndeydim, o Robert Kolej'de. Çok iyi arkadaşımdı, çok şeker bir insandı.

"Adı Aylin"in yazılma macerası galiba onunla başlamış…

Öyle oldu. Ercan'ın dergilerinden birinde her ay ilginç hayat hikâyeleri yazıyordum.

Bu teklif ondan mı geldi?

Evet, Amerika'dan bazı dergiler getirmiş. "Buradaki hikâyeleri oku, onlar gibi yaz" dedi. Ben de okudum ve yazmaya başladım. "Bir Varmış, Bir Yokmuş" kitabımdaki öyküler onlardır.

"Aylin" olayı nereden çıktı?

Gerçek ve ilginç yaşam öyküleri bulmakta zorlanıyorduk. Rahmetli Aylin, onun da benim de kolejden arkadaşımızdı. "Neden Aylin'i yazmıyorsun?" dedi Ercan.

Aylin Hanım o zaman neredeydi?

Amerika'da… Bir mektup yazdım, durumu anlattım. Bana Amerikan ordusu üniformasıyla, Reagan ve Bush ile çekilmiş fotoğraflarını gönderdi önce.

Bu yazışmaları nasıl yapıyorsunuz, internet falan hak getire tabii o günlerde?

Birkaç kere faksla haberleştik sonra benim Amerika'ya gitme ihtimalim ortaya çıktı.

Bunların hepsi altı yedi sayfalık bir dergi yazısı için…

Öyle ama gencim o zaman ve çok heyecanlıyım. Mart'ta gidecektim, Şubat ayında Aylin vefat etti. Ben de elimdeki kadarını yazıp, fotoğraflarla birlikte Okay'a (Gönensin) gönderdim.

Okay o zaman Yeni Yüzyıl gazetesini çıkarıyor. Neden Ercan Bey'e vermedin?

O kadarı Ercan'ı tatmin etmezdi. Yazı, Yeni Yüzyıl'ın Pazar ekinde çıktı ve müthiş bir patlama yaptı. Okay telefon etti "Ayşe nedir bu hikâye, annem bile okumuş" diye. Bunun üzerine Ercan "Aylin'in hayatını neden roman yapmıyorsun" dedi. Ben de onu tanıyan herkesle konuşarak yazmaya başladım.

Ve "Adı Aylin" böyle doğdu diyorsun…

Allah razı olsun Ercan'dan ve Aylin'den. Beni okurlarımla buluşturdular.

"BENİM ADIM KIRMIZI BİR BAŞYAPITTIR"

Şimdi "her yazara sorulmazsa olmaz" bir soru yöneltelim. Orhan Pamuk'u beğeniyor musun?

Orhan Pamuk, Nobel almasaydı bile benim için çok büyük bir yazar. "Benim Adım Kırmızı" bir başyapıttır. Sevmediğim kitapları yok mu, var ama her yazarın sevmediğim kitapları var.

Hangisini sevmedin?

Mesela "Masumiyet Müzesi" bana fazla bir şey vermedi. Ama şunu itiraf etmeliyim ki, Orhan Pamuk, Türk yazarının dünyaya açılmasına neden oldu. Kendimden hatırlıyorum; elimde dosyalarla yabancı fuarları gezerdim. Tabii komik bir durumdu. Dışarıdaki yayıncılar Orhan Pamuk'tan sonra bizim yazarlara ilgi duymaya başladı. "Türkiye'den sadece Papa'yı vuran adam çıkmıyormuş" diye düşünmeye başladılar. Orhan Pamuk'un varlığı kitaplarımızın dışarıya açılmasına neden oldu. En azından, Orhan'ın Nobel almasından sonra benim 24 kitabım yabancı dillere çevrildi.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.