Perşembe 10.10.2013 00:00
Son Güncelleme: Cuma 11.10.2013 14:14

Atatürk’ün meçhul sevgilisi

Onu, bugüne kadar kendine sakladığı anılarını ararken, içine gömüldüğü yalnızlıklar içinde bulduk. Tarihe mal olacak hayatı belleğinde ve belgelerinde taptaze, capcanlı duruyordu:

Rafet Süreya İris Worley, 1926'dan I927'ye kadar Atatürk'le birlikte olduğunu ilk kez Aktüel'e açıkladı. İşte, şimdiye kadar hiç ortaya çıkmamış, yaşadıklarını hiç duyurmamış sevgili, Rafet Süreya Hanım...
"Biz Berlin'deki Türk talebeleri parasız kaldık. İstanbul'a geldik. Maarife gittim. Dediler ki, Ankara'ya gitmeye mecbursunuz. Ben de gittim Ankara'ya. Maarif vekili çook, çok iyiydi, bize yardım etti."

"Atatürk'ü nasıl tanımıştınız" sorusuna taraş taraş olmuş saçlarının çevrelediği başını titreterek, böyle başladı. Ankara'ya, Maarif vekilinden Türk talebeleri için yardım istemeye gitmeden önce, tam 11 yıl Berlin'de müzik eğitimi görmüş. Almanca adı "Zeugnis Des Stern'schen Konservatoriums der Musik in Berlin" adlı okuldan mezun.
İstanbul'da Dame de Sion'un kapanması üzerine gittiği Berlin'den Türkiye'ye yaptığı bu ara dönüşün ona nasıl bir sürpriz hazırladığını o zaman asla düşünmemiş.
Ancak, hükümetten yardım istemek üzere Ankara'ya gelen masum bir öğrenci oluşu, Atatürk'ün bakışlarını üzerinde sabitleştiren sihirli tesadüfü de engelleyememiş:
"Ankara'ya gittim. Gazi dışarı çıkmış, Meclis-i Mebusan'a gidiyor. Ben de otelden, talebelerle geldim. Maarif vekiliyle görüşeceğim. Birden Gazi'yi gördüğüm gibi yanma; Gazi de şaşırdı. Resim var yanımda. Bizim beraber resmimiz var."
Süreya Hanım bu ilk karşılaşmayı anlatırken, evde ona yardımcı olan komşusuna "Beraber resmimiz var" diye andığı fotoğrafı aratıyor. Üst üste naylonlara, parşömen kâğıtlarına sarılı paketlerin içinden çeşitli boylarda fotoğraflar, yazılı evraklar dökülüyor. Süreya Hanım titreyen elleri ile masanın üzerine yayılan belgeleri daha da karıştırırken yaşlı ve ama keskinliğinden hiçbir şey yitirmemiş gözleri aradığını buluyor:
"İşte bakınız, bu ben, bana fotoğrafını imzalıyor."
İkiye kırılmış fotoğrafta Atatürk ve Süreya Hanım aynı kartın üzerine eğilmiş görünüyorlar. Karşılaştıkları ilk tesadüfi anın, tesadüfi belgesi bu. Bu karşılaşmayı bir gün sonranın gelişmeleri izliyor:
"Gazi, nerdedir bu, demiş. Demişler ki, bu talebedir. Ankara'da, otelde bekliyor. Gece, otomobilini yolladı. Şoförle beni davet etti. Öylelikle işte. Artık beni koyvermedi, bitti."
Süreya Hanım'ın "Bitti"den kastı, Atatürk'le 1926 yılından 1927 yılına kadar süren bir yıllık beraberliği yüzünden askıya aldığı talebeliği ve alıştığı Avrupa hayatı. Başlayan ise, genç bir ülkenin, dünyanın gözlerinin üstünde olduğu lideriyle birlikte yaşayan kadın olarak, bambaşka bir şey...
"Çok sevdi ama kıskananlar, karışanlar çok oldu. Masada, yemekte oturuyoruz. Dolu geliyorlar hep. Askerler de var. Birlikte masada oturuyoruz. Kimisi diyor ki, amaan evlenme sen bununla."
"Ben Avrupa'da yetiştiğim için öyle evlenme düşüncelerim yoktu. Çünkü Avrupa'da derler ki, aaa Türkler çok karı alır. Ben de derdim ki, Alman kadınları da çok koca alır! (esprisine kendi de gülüyor). Ben 22-23 yaşında bir şeydim. Latife Hanım'dan da uzaktı. Bizimki 926'dan, 927'ye kadar sürdü."

"Ben düşünmezdim ama etrafındakiler düşünüyor, söylüyorlar. Sakın evlenme, falan. Çünkü Latife Hanım'la da bozulmuştu ya. O zavallı kadın çok çekti, ben yoktum o zamanlar."
"Beni çok sevdi, çok kıskandılar, düşman oldular. Bir tanesi Afet'ti. Talebeler çoktu o zaman. İsviçre'ye gidip lisan öğreneceklerdi. Bizi gönder, diye. Afet beni tabii dehşetli kıskanıyor. Mesele orda başladı. Ordaymış, ancak bir ay evvel onunla da yatıp, kalkmış. Beni gördüğünde bıraktı. Gayet tabii ki o kız dehşetli kıskandı. Genç bir kadın. Ağlamış, sızlamış. Duyduğum vakit acıdım. Çünkü benden evveldi. Gayet tabiidir ki, kıskanıyor değil mi ya? Kabahat kimde? Gazi'de. Çünkü ikimizi..."
"Bir tanesi çok çirkindi, ama akıllı kızdı. Tayyareci, tayyare ile uğraşan."
Atatürk'le yaşadığı bir yıllık beraberliği sırasında etrafında ne kadar çok kadın olduğuna dair hatıralar canlanıyor Süreya Hanım'ın anlattıklarında.
Yalnızca bunlar da değil. Önce Ankara'da, "Çankaya'da, pek güzel bir yer değildi" diye tarif ettiği evde oturdukları, sonra Atatürk'ün kendisini İzmir'e götürdüğü ve tarihle çakışan hatıraları da:
"Onun üç tane defteri vardı. Fransızca yazılmış. Kendisinin yazdığı. Katibi Tevfik beye oku derdi. O, Fransızca bilmezdi. Bana verirdi, bak görüyor musun ne güzel okudu derdi. İşte kıskançlık çıkardı dehşetli."
"O İzmir'e gittiğimiz vakitte, İzmir'deki yolda öldürmek istemişler. Hemen büyük mahkeme oldu. Büyük paşaları İstanbul'dan oraya getirdiler. Hepsini mahkemeye çektiler."
"İzmir'de birlikteydik. Katibi Resuhi vardı, yok yaver miydi? O da Latife Hanım'ın akrabası. Tabii o da onlara yardım etmek istedi değil mi ya? Onun için de onu buna,bunu ona kattı. Halbuki ben öyle şeyler bilmiyorum. Arkadaşlarımı bilirim. Balo, bunlara gidiyorum."
"Beni İzmir'de okula yerleştirdi. O, filanca işim var diyip gidiyor. Dönüşte seni alırım, dedi. Mektep de akortlu piyano da yoktu. Daha her şeyi eksikti doğrusu. Yalnız bir müdire vardı, fena kadın değildi.
Titreyen uzun parmaklı, buruşuk derili elleri masanın üstünü yine kurcalıyor. Karmaşık yığından bir iki fotoğraf daha çekiştirip uzatıyor:
"Bakınız, bu Atatürk'le İzmir'de oturduğumuz vakitte bulunduğumuz devlet konağı." Parmağı ortada bir pencerede sabitleşiyor: "Bu da yatak odası!" Dinlediklerimi ve gördüklerimi belleğimde sıralamaya çalışıyorum ama nafile!
Fotoğrafları bırakıp mürekkebi yayılmış bir telgrafı işaret ediyor bu kez: "Bu, Atatürk'ün telgrafı bana. Çünkü ayrılmıştım, İzmir'de bekliyordum, Telgraf yazmış." Bir başka fotoğraf daha geliyor: 15 kişili bir devlet erkanını belgeleyen fotoğrafın sol önünde Atatürk sağ ön tarafında da tek kadını olarak Süreya Hanım yürüyor Ve yapraklan dağılmaya yüz tutmuş küçük bir cep defteri de, Atatürk'ün el yazısı olduğunu söylediği eski Türkçe notları uzatıyor.

Süreya Hanım'ı, o ana kadar doğrudan soramadığım soruyla çekip çıkarıyorum belgelerin arasından:
Sevdiniz mi Atatürk'ü?
Evet ya da hayırla başlayabilecek bir cümle yerine", ama beni ağlattı" diye başlıyı Sır kutusunda biraz daha derindeyiz, diye düşünüp dikkati dinliyorum:
"Atatürk, maalesef çok içerdi. Sabaha kadar, sabah dördüne kadar içki içerdi, gelen arkadaşları durmadan masada kavga ederlerdi. Yalnız bir sefer yanımda bu, seni öldürür dediler. Benmişim öldürecek olan! Dediklerinde, kalktı, benim el çantam vardı; çantamın içine bakıyor, sakın beni öldürme, bende revolver var, dediğinde benim için bitmişti. Başladım ağlamaya dehşet ağlamaya. Ondan son da ne yapacağımı bilemedim'
Gönder beni Avrupa'ya, ben gitmek istiyorum, burada durmak istemiyorum, diye kalktım. Birden, gece saat dörtte yatmışız, sabahleyin telefon geliyor; Süreya Hanım, mahkemeye. Ne mahkemesi, ne diye? Niçin? Kalktım, giyindim. Arabasını hazırladılar. Şoförü geldi önümüzden, beni zaptiye vekaletine götürdüler. İki kişi demiş ki o yabancıdır, Almanya'dan geldi, belki Gazi'yi öldürür. Öyle şey söylenir mi? Ankara'da oldu bunların hepsi. Böyle olunca, istemem ben dedim, kalmam burada. Ondan sonra beni yandaki yatak odasına götürdü. Ağlıyorum. Sonra birisini yanına aldı. Beni illaki göndersin dedim. İsmet Paşa beni çok barıştırmak istedi. Çok yardım etti. Ama bir defa ben Avrupa'da yetiştiğim için öyle alaturka şeylere alışamıyorum. Sen beni öldürürsün, dediği an bana çok ağır geldi."

65 yıl geçmiş. Süreya Hanım, yaşadığı anların kırgınlığı içinde anlatıyor. Kırış kırış yüzündeki iki ışıltı, yeşil gözler yaşlanıyor. Ama yaşların damlamamasından cesaret alıp ısrar ediyorum: Hiç güzel anlarınız olmadı mı?

"Güzel vakitler var ama o da akşamları ancak."
"Çok dans ederdi. İki orkestra vardı, biri Türk. Durmadan, yemek odasında durmadan onlara çaldırırdı. Evde. Baloya giderdik. Benimle dans ederdi. Tangooo, vaaals..." Atatürk'le yaşadığı bir yılın hatıralarını anlatırken, kendisine daha sonra Worley soyadını veren kocasını hatırlıyor. Atatürk'le birlikte olduğunu söylediği zamandan birkaç yıl sonra evlendiği ve "Benim için Gazi'den önemli" dediği İngiliz eşinden, "Ruhtan anlardı, merhametli, çok hisliydi, şefkatliydi" diye sitayişle söz ediyor. Atatürk ile geçirdiği yıllarında da böyle duygular yaşayıp yaşamadığını soruyorum: "O, onu bilmezdi. O ancak yatakta, (kahkaha atıyor) O yataktan başka bir şey bilmezdi ki... Zaten aklıma bir dert de gelmezdi ki ona anlatayım. Yalnız, bana bağırdı mı çok kızardım."
Böyle küskün ve kızgın anlarından birinde çekip gitmeye karar veriyor Süreya Hanım:
"Bir vakitte, müdire haber verdi. Çabuk Süreya gelsin diye Bekir Çavuş'u yollamış. Araba gelmiş. Dedim ki, burada yokum. Gençlik işte, oradan (İzmir'den) Fransız vapuruna bindim. Paris'e gittim. Çünkü, çok çapkındı.
Ben Avrupa'da yetiştiğim için böyle şeylere alışkın değilim. Olmuyordu. İşte böyle Paris'e gittim. Sefarethaneye haber yollamış, Süreya dönsün diye. Ben 'Dönmem, üniversiteye gideceğim' dedim." Ve Süreya Hanım dönmemiş. Atatürk'ü terk eden kadın olarak bir başka hayata başlamış.
'İki yıl felsefe okuduktan sonra üniversiteyi yarım bırakmış ama Chatelet adındaki dans mektebinde müziğin ve dansın dünyasına yeniden dönmüş. "Kontratlar yaptım, Hamburg'da, Beyrut'ta dans ettim. Dört kız bir orkestra, çook lüks seyahatler yaptık" dediği bu yeni hayatında başka bir erkekle, 20 yıl evli kalacağı George Worley ile tanışmış.
Büyük bir petrol şirketinin Irak'taki "müdürü umumisi" olan Worley ona, hâlâ hayatının en güzel anları olarak hatırladığı yıllar yaşatmış. Basra'da, portakal bahçeleri içinde, Chrysler marka otomobillerde, uşaklı, aşçılı, şoförlü, bahçevanlı, bol tayyare seyahatli ama danssız geçen o debdebe günlerinde, Süreya Hanım'ın başka bir kararlılığını görmek mümkün:
"Çocuklarla pek alakam yoktu, doğrusu, da bu. Kocam çok istedi, bir tane olsun derdi. Ama benim düşüncem başkaydı. Çünkü düşünüyordum, ya kocamdan ayrılırsam! Ya bir felaket gelirse! Onun için vücudum doğru dürüst dursun derdim."
Kocasının ölümünden sonra birkaç yılını İngiltere'de geçiren Rafet Süreya İris Worley, 1959 yılından bu yana İstanbul'da yaşıyor. Son olarak ablası ve yeğenini de yitiren yaşlı kadın, içine gömüldüğü yalnız dünyasında yaşadığı hayatın zenginliğini umursamıyor adeta. Yıllar yılı varlığını kimseye duyurmayan, bizimle konuşurken sık sık "Ben reklamdan hoşlanmam" diyen bu görmüş geçirmiş insan, şimdi başka dertlerle yüz yüze.
Yaşlılık ve yalnızlık günlerini rahat rahat geçirtebilecek serveti nedeniyle, dost bildiği bir tanıdığı onu oyuna getirmiş!
Bu yüzden o Kafkasya'da başlayan, Saray'da süren, Avrupa'da snoplaşan, bir liderin yanında fevrileşirken 20 yıllık bir eşle olgunlaşan hayatı şimdi çok gerilerde. Hâlâ tarihe, müziğe ilgi duyabilmesine, hâlâ dört dilde okuyup yazmaktan zevk alabilmesine rağmen, bir süredir basit, gündelik, çok yüzlü şimdiki hayatın esiri...
Onu yalnız dünyasında bırakıp evinden ayrılırken yeniden görmeye geleceğimi söylüyorum ısrarla. Çünkü böyle bir sırrı bile asaletle saklayan bu insanın mahkemelerle, davalarla bulutlanan bu günleri geçici.
Kalıcı olan ve fazlasını öğrenmeye can attığım ise, sır sandığının daha derinlerinde kalanlar. Onun yalnızca Atatürk'le birlikteliği değil, ötesinde, her bir anı dolu dolu yaşanmış hayatı...

NEYYİRE ÖZKAN-AKTÜEL 2002 / SAYI: 545

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.