Son Güncelleme: Cuma 22.05.2009
Cannes'da olmanın güzelliği ve sefaleti
Bu sene Cannes Film Festivali'nde gösterilen filmlerde şiddet, kan ve cinsellik ön plana çıkıyor. Alain Resnais, Pedro Almadovar ve Ang Lee gibi usta yönetmenler ise biraz yorulmuşa benziyor
CİDDİYETLE İLİŞKİSİ YOK
İnsangerçekten şaşırıyor. Hatta bizim gibi neler, neler görmüş olanlar bile... Bu yılın üstelik en beklenen filmlerinde karşımıza gelen yoğun şiddete, kan banyolarına, en 'hard' cinsinden seks sahnelerine şaşmamak elde değil. Jürideki yönetmenimiz Nuri Bilge gibi biz de soralım: Nereden çıktı bu şiddet? Ve sinema nereye gidiyor? Üstelik bunca şiddet meraklısı yönetmenlerin bazıları, sinemanın en yetenekli adları arasında... O zaman, kimi filmlerden neredeyse iğrenseniz de hayranlık duymaktan kendinizi alamıyorsunuz. Ve bu da belki bu filmleri bir tür 'tehlikeli' nesnelere dönüştürüyor. Çünkü şiddet ve vahşeti estetize ediyor, yüceltiyor, neredeyse savunuyorlar. Örneğin Danimarkalı Lars Von Trier, Antichrist adlı filminde çocuklarını aniden yitiren bir çiftin ıssız bir orman yöresinde yaşadıklarını anlatırken, bir yandan görülmemiş sertlikte cinsellik bölümlerine, öte yandan bedene uygulanmış korkunç işkence ve yaralama sahnelerine yer veriyor. Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg'un başına gelenler kolay anlatılamaz! Üstelik Von Trier'in 'şeytanı' ya doğanın kendisi ya da kadın olarak beliriyor. Seçin bakalım! Yine de kaderin cilvesi, bu filmi ve yönetmeni basın toplantısında küstah bir gazeteciye karşı savunmak bana düştü! Yönetmen öylesine saldırıya uğradı ki, ben birden çok sinirlenip karşı çıktım. Ve böylece Cannes'da bir minisansasyon yarattım! Bu yıl özellikle Uzakdoğu filmleri şiddete saplanmış gibi. Koreli Chan- Wook Park, Thirst'te vampire dönüşen bir rahibin öyküsünü anlatırken, şiddette sınır tanımıyor. Ve festivalin belki en çok tepki alan filmini karşımıza getiriyor. Filipinli Brillante Mendoza'nın Kınatay adlı gangsterlik öyküsü Manila'nın sefaletini anlatırken, kanı oluk gibi akıtıyor. Hong Kong'lu Johnnie To'nun Vengeance'ı bale gibi sunulmuş vuruşmadövüş sahnelerine ve Johnny Hallyday'in karizmasına sığınmış olsa da, sonuç olarak tam bir şiddet gösterisi. Üstelik hayli kof... Çinli Lou Ye'nin Spring Fever ise eşcinsel seks sahnelerinin cüretiyle dikkat çekiyor. Amerikalı Quentin Tarantino'nun Inglourious Basterds'ı da bir Nazi öyküsü anlatırken, şiddete başvuruyor. Hele o kafa yüzme sahneleri! Ama bu, Ucuz Roman filminin yönetmeni için şaşırtıcı değil. Ancak şiddet bu filmin yapısı içinde gereksiz boyutlarda gözüküyor. Ve zaten tam bir eğlencelik, bir 'matraklık' anıtı olmayı amaçlayan, ciddiyetle pek bir ilişkisi olmayan filme bir şey katmıyor. Elbette şiddet, gündelik hayatı işleyen filmlerde de var. Örneğin genç İngiliz sinemacısı Andrea Arnold, Fish Tank'te çağdaş İngiliz alt sınıflarından bir kesit verirken, şiddeti günlük yaşama öylesine sindiriyor ki... Avusturyalı Michael Haneke ise beklenen son filmi Das Weiße Band'da, 1914 yılında küçük bir Avusturya kasabasında yaşanan gizemli şiddet olaylarını görkemli bir siyah-beyaz estetikle anlatırken, çok farklı bir temaya dayanıyor: Ana-babaların, özellikle de bencil, zevk düşkünü ve sorumsuz babaların çocuklarına karşı işledikleri suçlar... Elbette bu, onun amansız ve bitmeyen küçük burjuvazi eleştirisinin yeni bir etabı olarak da yorumlanabilir. Herkese göre olmasa da şenliğin en ilginç filmlerinden, sessiz bir güce sahip büyüleyici bir yapım ve ödül adaylarından biri... Festivalde klasik biçimde anlatılmış çok güzel filmler de var. Piyano'nun yönetmeni Jane Campion, Bright Star'da 19. yüzyılın henüz 25 yaşındayken ölen büyük İngiliz ozanı Keats'in son yıllarını ve büyük aşkını son derece olgun, zevkli ve inandırıcı bir dönem filmine dönüştürüyor. 1960'lardan beri ilginç ve genç bir sinema yapma özelliğini yitirmemiş olan İtalyan Marco Bellocchio, Vincere adlı filminde İtalyan diktatörü Benito Mussolini'nin hayatından çok az bilinen bir sayfayı, gençlik yıllarında evlenip bir oğlan sahibi olduğu, sonraki yıllarda terk ettiği ve bir akıl hastanesine düşen bir kadınla olan ilişkisini anlatıyor. Bu çok özel hikâyenin sonuna Avrupa yakın tarihini de ustaca döşeyerek.
FUTBOL SEVGİSİNE ADANAN FİLM
Yaşlı usta Alain Resnais, (87) Les Herbes Folles adlı edebiyat uyarlamasında, bu 'kanlı' şenliğin bir seyircinin deyimiyle 'en uygarca filmlerinden birini' sunuyor. Çalınan bir kadın çantası, onu bulan biraz dengesiz bir orta yaşlı erkek, erkekle kadının arasında çanta vesilesiyle oluşan ve komediden drama uzanan farklı ilişkiler. Bir incelikli sözler, bir edebi tad, bir nostaljik Paris ve yine Resnais ekibinden Sabine Azema, Andre Dussollier gibi değişmez oyuncular. Ama bu filmler, tüm incelik ve olgunluklarına karşın tam olarak doyurmuyorlar. Çünkü yapılmış işleri yineliyor, güvenli değerlere sığınıyor, yerleşik estetiğe yaslanıyorlar. Hatta daha genç ve umut veren yönetmenler bile bize öyle gözüktü. Örneğin İspanyol ustası Pedro Almodovar, merakla beklenen filmi Broken Embraces'da yine kendisine özgü biçimde kurduğu girift bir aşk hikâyesini anlatıyor: Geçmişte kalmış ve ölümle noktalanmış bir aşk, kaza sonucu kör olup adını ve kimliğini değiştiren bir yazar, oğul ve kızlarıyla hesaplaşma günü gelmiş yaşlılar. Ve dramla komedinin iç içe olduğu bir üslup. Aynı zamanda, yaşamla sanatın ilişkisini de sorgulayan... Ama usta aynı şeyleri önceki filmlerinde de, özellikle de Annem Hakkında Her Şey'de yapmamış mıydı? Ang Lee için de biraz öyle. Taking Woodstock, 1969 yılının ünlü dev konserlerine çok özel bir pencereden, konseri başlatan ekibin içinde ve başında bulunan genç bir taşralının gerçek öyküsü çerçevesinden bakmaya çalışıyor. Aslında hoş bir film tabii: Amerikan taşrasında birden bir kasabanın talihi açılıyor ve kendisini yakın çağın en büyük pop konserinin mekânı, yani eşsiz özgürlük hareketi, hippie kültürü, özgür seks ve medyatik sanat gösterisinin simgesi olarak buluyor. Lee ise olayın bütününe bakmadan, adeta kenarından bulaşarak ve ayrıntılar aracılığıyla bize bir Woodstock'a bakış sunuyor. Ana kahramanın o görkemli eylemin içinde kendi eşcinselliğini keşfetmesi de bu ayrıntılardan biri. İlginç elbette. Ama yeterli mi, kuşkuluyum. Klasik biçimde anlatılmış olsalar da, yine çok başarılı bulunan filmler de var. İngiliz emekçilerinin yorulmak bilmez öykücüsü Ken Loach'un Eric Cantona'ya, dolayısıyla ülkesindeki engin futbol sevgisine adadığı yeni filmi Looking for Eric de bunlardan biri. Yapı olarak Woody Allen'in Yeniden Çal, Sam filmini hatırlatsa da, zekice tasarlanıp çekilmiş, Cantona'nın popüler kültür ikonu olarak iyi kullanıldığı ve ayrıca siyasal boyutu da olan, bir keza daha çok iyi bir Ken Loach filmi. Fransız yazar-yönetmeni Jacques Audiard'ın yine siyasal film kategorisine giren A Prophet filmiyse, genel bir onayla karşılandı ve eleştirmenlerin yıldız tablolarında başa yerleşti. Korsika kökenli bir 'Arap çocuğu'nun yasadışılığın tepelerine tırmanışını anlatan film, hem bir tür Fransız usulu gangster-kara film karışımı yapısı, hem çok iyi oyunculuğu, hem de süzülmüş melankolisiyle Altın Palmiye'ye göz kırpıyor sanki... Demek ki, geriye kalan bir avuç filmin dışında, Altın Palmiye'ye en yakın gözüken filmler şunlar: A Prophet-Fransa/ Das Weiße Band- Almanya/ Looking for Eric- İngiltere/ Vincere- İtalya/ Les Herbes Folles- Fransa/ Bright Star- Avustralya- İngiltere/ Broken Embraces- İspanya/ Taking Woodstock- ABD.
HABERLER, PROJELER, DEDİKODULAR
Elbette Cannes sinemayla ilgili haber kaynıyor. Sayısız proje burada üretiliyor, otel odalarında kontratlar imzalanıyor, ünlüler yalnızca kameraların önünde boy gösterip şöhret tazelemek için değil, önemli filmlerde rol kapmak için de geliyorlar. İşte bir avuç Cannes 2009 haberi:
EN SON HABERLER
- 1 Sanal dünya çocuklara okuldan tatlı geliyor
- 2 Öğrendiğinizde şaşıracağınız 4 önemli beslenme bilgisi
- 3 Oysa her şey çok iyi gidiyordu
- 4 Sokaklar tenis kortuna döndü
- 5 Her şey bu ülkenin çocukları için
- 6 Bir rüyanın peşinde
- 7 7/24 şehirde yaşam
- 8 Hiçbir doğruluğu olmayan beslenme önerileri
- 9 İnsana güvenmekten vazgeçmeyin
- 10 Küçük sanatçılar için büyük deneyimler