Cumartesi 23.02.2013

Şair yönetmenden bir hüzün şiiri

Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi, iki filmlik Vizontele serisi, Organize İşler ve Neşeli Hayat'tan sonra beşinci yönetmenliği olarak karşımıza geliyor. Ve ötekilerin başarısını aşan, onun yönetmenliğini iyice perçinleyen, farklı, önemli ve iddialı bir film olarak sinemamızdaki yerini alıyor. Film, 1941 yılının Zonguldakı'nda geçiyor. Zor savaş koşulları içinde, hükümet Mükellefiyet Yasası'nı çıkarmış ve 65 yaşına dek tüm yetişkin erkekleri kömür madenlerinde çalışmaya zorunlu kılmıştır. Kentte yaşayan iki genç arkadaş, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, şair olma peşindedir. En büyük rüyaları, şiirlerinin dönemin saygın Varlık dergisinde çıkmasıdır. Bu konuda, lisenin edebiyat öğretmeni olan ünlü şair Behçet Necatigil'den destek almaktadırlar. Bu arada aynı anda tanıdıkları, nüfuzlu bir adamın kızı olan Suzan'a tutulurlar. Ancak ikisini de kemiren ortak bir hastalıkları vardır: Verem. Ve o dönemin bu kolay tedavi kabul etmez hastalığı, onları acı bir sona doğru sürüklemektedir. Film öncelikle biyografik bir nitelik taşıyor. Anılan iki şair de gerçek kişilikler. İkisini de Şükran Kurdakul'un Şairler ve Yazarlar Sözlüğü'nde buldum. Onur üzerine Salah Birsel'in Rüştü Onur, Uslu üzerineyse Necati Cumalı'nın Muzaffer Tayyip kitapları var; tüm şiirlerini ve ayrıca haklarında yazılmış tüm yazıları derleyen... Kendisi de şair olan Erdoğan (bir şiir kitabı var), bu güzel filmde öncelikle şiir sanatına olan borcunu ödüyor. Yalnızca iki unutulmuş şairimizi anarak değil. Ayrıca son derece şiirsel olan bir film ortaya koyarak... Türkiye'de hayatı filmlere konu olmuş kaç şairimiz var? Biket İlhan'ın Nazım üzerine Mavi Gözlü Dev filminden başkası aklıma gelmiyor. Ancak filmin nitelikleri bununla sınırlı değil. Erdoğan öncelikle yine sinemamızdaki en başarılı dönem filmlerinden birine imzasını atıyor. 1941 yılının sahil şehri Zonguldak öylesine başarıyla verilmiş ki... Yalnızca arabalardan telefonlara, giysilerden şapkalara, danslardan müziklere, ayrıntılardaki özeniyle değil. Ama tüm mimarisi, doğa güzelliği, sakin yaşamının içindeki tüm hareketliliğiyle Zonguldak. Halkevi'nde kadınların da katılmasıyla bale dersleri, Türkçe tangolarla yapılan danslar, tenis maçları... O halkevlerini bile koruyabilseydik, Türkiye çok daha çağdaş bir toplum olur muydu acaba?
BİZİM DE YÜREKLERİMİZİ DAĞLIYOR
Ve ortaya çıkan o dayanılmaz insan dramı. Hastalıklarından tutkularına, şiir meraklarından âşık oldukları kadına her şeylerinde ortak iki sadık arkadaş, tertemiz iki taşra insanı. Ve veremin henüz insanları gözyaşına hiç bakmadan öldürdüğü bir çağın umutsuz kurbanları. Erdoğan bütün bunları bize hem görsel olarak sunmayı hem de yaprak yaprak açarak içlerindeki dramı sergilemeyi başarıyor. Ancak has bir sinemacının yapabileceği biçimde... Aynı zamanda, bizi o madenlerin diplerine indirerek, toprak altında çalışmanın her çağda son derece acımasız olmuş koşullarını da canlandırıyor. Film sonuç olarak hayat ve ölüm, arkadaşlık ve aşk, sevgi ve nefret ilişkileri üzerine. Ama dediğim gibi, en çok şiir üzerine. İki arkadaşın yerliyerinde ve dozunda kullanılmış şiirleri, bizlere ikisi de kaderin sillesini yemiş bu iki arkadaşın eşsiz dostluğu kadar, sanatlarının özünü de sunuyor. Zonguldak'tan İstanbul'a, Heybeli sanatoryomuna uzanan bu dostluğun mekanları, sanki oradaymışız gibi gözümüzün önünde canlanıyor. Ve çok uzaktan gelen savaş haberlerinin gölgesinde yaşanan o mahrumiyet ve yoksunluk yıllarının acısı, sanki bizim de yüreklerimizi dağlıyor. Ve filmden geriye bu acılı öykü kadar, kimi unutulmaz sahneler de kalıyor. Örneğin Muzaffer ve Suzan'ın birlikte gizlice madene girmelerini, birbirlerine aşklarını suratlarını karşılıklı olarak çamura boyayayak anlatmalarını, insan dolu geminin Zonguldak limanından kayarak uzaklaşmasını sanırım yıllarca unutamayacaksınız. Şimdiye dek yapılan en pahalı Türk filmlerinin başına kurulduğu bildirilen film, bu bütçeyi hak etmiş. Teknik nitelikleri de son derece yüksek. Gökhan Tiryaki'nin görüntüleri için ne diyebilirim? Sadece dünya standartlarının düzeyinde, hatta üstünde olduğundan başka? Aynı şeyi Rahman Altın'ın inanılmaz güzellikteki müziği için söyleyebilirim. Oyuncular da bu düzeyi yakalamışlar. Elbette Yılmaz Erdoğan, Mert Fırat, Belçim Bilgin, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel gibi oyunculuğunu çoktan kanıtlamış isimler için, bu beklenen bir şey. Ama Kıvanç Tatlıtuğ'dan bu oyunu bekler miydiniz? Ben beklemezdim. Kıvanç, film için iyice zayıflamış bedeni, duygusal bir kadran gibi kullandığı güzel yüzü, zaman zaman tümüyle hüzne teslim ettiği bakışları ve acı tebessümüyle, filmin gerçek starı. Artık Türk sinemasının da gerçek starlarından biri oldu desem... Abartmış olur muyum? Hiç sanmıyorum. Farah Zeynep Abdullah'ın da tam bir keşif olduğunu eklemeliyim.
KELEBEĞİN RÜYASI ****
Yönetim ve senaryo: Yılmaz Erdoğan Görüntü: Gökhan Tiryaki Müzik: Rahman Altın Oyuncular: Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Farah Zeynep Abdullah, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, İpek Bilgin, Devrim Yakut/ BKM yapımı

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.