Çarşamba 30.06.2010
Son Güncelleme: Salı 29.06.2010

Ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı

Ayrılık hep vardır hayatımızda. Kimi zaman da gönüllüdür ayrılıklar. Ama ya mecburi sürgünler? Ya tecrit? Kendi topraklarındaki yaşam haklarını yitirenler için hayat, ölüm kadar karanlıktır. Gri yoğun bir sisin içine girmektir

Çocukken, kulağımda ya mızıldanmalar, mırıldanmalarla ya esip gürleyerek ama hep gözyaşlarıyla anlatılan göç öyküleri yankılanırdı. Geride bırakılan akrabaların, komşuların, terk edilen yuvaların, toprakların, kaybedilen itibarların, servetlerin iç paralayan öyküleriydi bunlar. Büyükannelerin, sütannelerin anlattığı tüm masallara sızardı acılar. Ailenin aklı başında büyükleri mani olmaya çalışsa da, evin aklını az çok yitirmiş bir ihtiyarı veya emektarı yıllardır içinde sakladığı hüznü bir gün döküverirdi evin küçük çocuklarına. Nice göç ve gurbet öyküsü dinledim böyle, çünkü baba tarafından Bosna'dan, ana tarafından Kafkasyadan göçmüş bir ailenin çocuğuyum ben. 93 Harbi'nin ve Balkan yenilgisinin vahşetini tüm ayrıntılarıyla hatırlayan bir kuşakla aynı evi paylaştım ergenlik çağıma kadar. Sürgünün, göçün, gurbetin, esaretin ve mülteci olmanın dayanılmaz acısını küçük yaşta öğrendim, bu acıları yaşamış olanlardan. Sadece ben değil, Türkiye'de yaşayan herkes iyi bilir bu duyguları. Mutlaka ya bir büyüğümüzden ya da komşuların birinden dinlemişliğimiz, paylaşmışlığımız vardır kaçmanın, sürülmenin acısını, mülteci olmanın zorluğunu. Osmanlının bin sekiz yüzlü yıllarda başlayan parçalanması 1922 yılında sona erdiğinde, can havliyle yüz binlerce insan gelmişti beşte dördünü kaybettiğimiz topraklarımızdan elimizde kalan son vatan parçasına. Balkanlardan, Yunanistan'dan, Dalmaçya kıyılarından, Arnavutluk'tan, Makedonya'dan, Kafkaslardan, Kırım'dan, Arap topraklarından yüz binlerce insan yollarda eşkiyânın ve düşmanın tecavüzüne uğrayarak, hastalanarak, can ve mal kaybı vererek ulaşabilmişti ülkesine. Tek bir aile yoktur ki Türkiye sınırları içinde, fertlerinden birinin göçe dair anlatacağı içler parlayıcı bir öyküsü olmasın. Yahudisi de, Hıristiyanı da, Müslüman'ı da almıştır nasibini, toprağından koparılmanın. Beni ne kadar etkilemiş olmalı ki dinlediklerim, yıllar sonra romanlarıma, öykülerime sızmıştır bu ince keder. Buyurun işte, Yugoslavya'yı yakıp kavuran 1992 Boşnak savaşını anlattığım SEVDALİNKA adlı romanımdan bir bölüm:
"…Osmanlı'nın dört yüz yılı aşkın saltanatı sona erdiğinde, Balkanların o uzun dönem içindeki efendileri kendilerini göç yollarında bulmuşlardı. Ve o gün bu gündür hep göçüyordu Boşnaklar. Savaş rüzgârları her estiğinde ki Balkanlarda çok sık eserdi bu rüzgâr, Bosnalı dengini toplayıp düşerdi yollara. İstanbul ayrı düşen ana oğullar, karı-kocalar, kardeşler, sevgililer demekti. Sönen ocaklar, solan bahçeler demekti. Dönüşü olmayan gidişler, hasreti dinmeyen gurbetler demekti. Gözyaşları sel gibi akmaya başladığında, kader önüne katar İstanbul'a sürüklerdi umutsuzları. Ne zaman birileri gitmeye kalksa Bosna'dan İstanbul'a doğru, acı ve özlem eşlik ederdi gidene, sonsuza kadar. Bosna ve İstanbul, aynı kaynaktan fışkıran ama değişik yataklarda çağıldayan iki nehir gibi asırlardır birbirlerine kavuşamadan akıp duruyorlardı mecralarına doğru. Ama en umarsız en yakıcı ayrılıkları Osmanlının Bosna'yı gözden çıkardığı 1878 yılında yaşamıştı Boşnaklar. Bosna-Hersek'in idaresi Osmanlı'dan alınıp Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'na verildiğinde, parça parça çözülmekteydi koskoca imparatorluk. Her kıpırdanışında sanki bir toprak parçası daha kopuyordu bağrından. Eriyordu Osmanlı.
Raziye'nin büyük dedesinin yüreği kan ağlıyordu. Ateşten bir el sıkıştırıyordu bağrını… Çaresizlik… kararsızlık. Ya bundan böyle haçın gölgesinde onursuz ve boynu bükük sürdürecekti kalan ömrünü ya da köklerinden, toprağından sökülecek, evini barkını, işini gücünü bırakıp düşecekti yollara, kendi gibi yüz binlerce garibin yanı sıra, denkler, yükler ve mekkare arabaları arasında Stambol'a doğru… işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz kalmaya. Bir karar ki iki yüzü keskin bıçak!"
NEFES NEFESE'de ise,Yahudilerin sürgününü konu etmişim uzun uzun:
"Rifka Mitrani, Lyon'a Paris'ten, Paris'e ise Birinci Dünya Savaşı sonrasında ailesiyle birlikte İstanbul'dan gelip yerleşmişti. Atalarının İstanbul'a varışıysa 1492 yılının ağustosuna düşüyordu. Çünkü aynı yılın mart ayında, İspanya Kral ve Kraliçesi Don Ferdinando ve Dona İzabella'nın birlikte imzaladıkları bir fermanla, İspanya içinde yaşayan kötü Hıristiyanlar yani Yahudiler, bir daha geri dönmemek üzere mallarını, mülklerini ve arsalarını satarak, fakat bu satışlardan elde edecekleri bedelleri, ayrıca kendilerine ait altın, gümüş, mücevher ve parayı yanlarına asla almayarak temmuz ayına kadar ülkeden ayrılacaklardı. O tarihe kadar ülkelerinden ayrılmayanlar veya geri dönenler yaş ve cinslerine bakılmaksızın idam edileceklerdi.
Aynı yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun sekizinci Sultanı 2. Beyazıt, bir fermanla İspanya'dan sürülen 250.000 Yahudiyi kendi ülkesine davet etti. Yahudiler varlarını yoğlarını geride bırakıp İspanya limanlarından Doğuya doğru yelken açan salaş gemilere doluşarak, eziyetli bir yolculuktan sonra, onlara yardım elini uzatan tek millet olan Türklerin ülkesine vardılar.
İspanya'dan göçe zorlanan Yahudiler yeni yurtlarında özgürce serpilerek hem mutlu hem de zengin oldular. Yüzyıllar sonra sığındıkları imparatorluk bir büyük savaşın sonunda çökünce bazı Yahudi aileleri daha umurlu günler göreceklerini umarak zengin ve eğlenceli Fransa'ya göç edeceklerdi. En çok da Paris'e. Paris sanatın, uygarlığın ve eğlencenin en parlak yıldızıydı o yıllarda. Rifka Mitrani'nin ailesi de Paris'e yerleşmeyi seçti.
....... Mitranilerin tatlı hayatı 1940 yılında son buldu. Hem de yıldırım çarpmış gibi bir anda! Nesim Mitrani'nin şirketinin Katolik bir Fransız'a devri üç gün içinde gerçekleşti. Nesim Mitrani başına gelebilecek en büyük felaketin şirketini ve servetini kaybetmesi olduğunu düşünmüştü ama yanılmıştı. Nazi işgali altında olmayan Güney Fransa'ya göç etmeye hazırlandığı günlerin birinde, otobüs durağında oğluyla birlikte Gestapoya yakalandı ve Drancy'e götürüldü. Baba oğul Mitraniler'den bir daha haber alınamadı."
Romanda sadece bir Yahudi genciyle evli olan Selva Kırımlı'nın ve Rifka'nın Alman işgali altındaki topraklardan kaçış hikâyesini değil, yurdundan ayrılmak zorunda kalan insanların acılarını da ayrıntılarıyla aktararak, bir insanlık dramını dile getirmeye çalıştım.
Ölüm Allahın emri, ayrılık olmasaydı. Ah keşke olmasaydı! Ama hayatın değişmez bir gerçeğidir bu. Ayrılık hep vardır hayatımızda. Kimi zaman da gönüllüdür ayrılıklar. Ama ya mecburi sürgünler? Asırlar boyunca yaşadıkları topraklardan, şehirlerden zorla sökülenler ya da kaçmak zorunda kalanlar? Ya tecrit? Kendi topraklarındaki yaşam haklarını yitirenler için hayat, ölüm kadar karanlıktır. Gri yoğun bir sisin içine girmektir. Umutların yitirildiği, bilinmezin başladığı noktadır. İşin en acı yönü, dünyamızda ve bölgemizde bu gün dahi sürüyor olması bu insanlık dramının. Hem de en acımasız haliyle.
Yazarların ne yazık ki dünyanın çarpıklıklarını düzeltebilme imkânları yok ama vicdan sahibi her yazarın, içinde yaşadığı zamanın ve coğrafyanın sorunlarını eserlerinde dile getirerek, okurlarında bir 'farkındalık yaratma' görevi taşımakta olduğuna inanıyorum.
YARIN
ELİF ŞAFAK: Bir komşum vardı

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.