Son Güncelleme: Salı 29.06.2010
Ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı
Ayrılık hep vardır hayatımızda. Kimi zaman da gönüllüdür ayrılıklar. Ama ya mecburi sürgünler? Ya tecrit? Kendi topraklarındaki yaşam haklarını yitirenler için hayat, ölüm kadar karanlıktır. Gri yoğun bir sisin içine girmektir
"…Osmanlı'nın dört yüz yılı aşkın saltanatı sona erdiğinde, Balkanların o uzun dönem içindeki efendileri kendilerini göç yollarında bulmuşlardı. Ve o gün bu gündür hep göçüyordu Boşnaklar. Savaş rüzgârları her estiğinde ki Balkanlarda çok sık eserdi bu rüzgâr, Bosnalı dengini toplayıp düşerdi yollara. İstanbul ayrı düşen ana oğullar, karı-kocalar, kardeşler, sevgililer demekti. Sönen ocaklar, solan bahçeler demekti. Dönüşü olmayan gidişler, hasreti dinmeyen gurbetler demekti. Gözyaşları sel gibi akmaya başladığında, kader önüne katar İstanbul'a sürüklerdi umutsuzları. Ne zaman birileri gitmeye kalksa Bosna'dan İstanbul'a doğru, acı ve özlem eşlik ederdi gidene, sonsuza kadar. Bosna ve İstanbul, aynı kaynaktan fışkıran ama değişik yataklarda çağıldayan iki nehir gibi asırlardır birbirlerine kavuşamadan akıp duruyorlardı mecralarına doğru. Ama en umarsız en yakıcı ayrılıkları Osmanlının Bosna'yı gözden çıkardığı 1878 yılında yaşamıştı Boşnaklar. Bosna-Hersek'in idaresi Osmanlı'dan alınıp Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'na verildiğinde, parça parça çözülmekteydi koskoca imparatorluk. Her kıpırdanışında sanki bir toprak parçası daha kopuyordu bağrından. Eriyordu Osmanlı.
Raziye'nin büyük dedesinin yüreği kan ağlıyordu. Ateşten bir el sıkıştırıyordu bağrını… Çaresizlik… kararsızlık. Ya bundan böyle haçın gölgesinde onursuz ve boynu bükük sürdürecekti kalan ömrünü ya da köklerinden, toprağından sökülecek, evini barkını, işini gücünü bırakıp düşecekti yollara, kendi gibi yüz binlerce garibin yanı sıra, denkler, yükler ve mekkare arabaları arasında Stambol'a doğru… işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz kalmaya. Bir karar ki iki yüzü keskin bıçak!"
NEFES NEFESE'de ise,Yahudilerin sürgününü konu etmişim uzun uzun:
"Rifka Mitrani, Lyon'a Paris'ten, Paris'e ise Birinci Dünya Savaşı sonrasında ailesiyle birlikte İstanbul'dan gelip yerleşmişti. Atalarının İstanbul'a varışıysa 1492 yılının ağustosuna düşüyordu. Çünkü aynı yılın mart ayında, İspanya Kral ve Kraliçesi Don Ferdinando ve Dona İzabella'nın birlikte imzaladıkları bir fermanla, İspanya içinde yaşayan kötü Hıristiyanlar yani Yahudiler, bir daha geri dönmemek üzere mallarını, mülklerini ve arsalarını satarak, fakat bu satışlardan elde edecekleri bedelleri, ayrıca kendilerine ait altın, gümüş, mücevher ve parayı yanlarına asla almayarak temmuz ayına kadar ülkeden ayrılacaklardı. O tarihe kadar ülkelerinden ayrılmayanlar veya geri dönenler yaş ve cinslerine bakılmaksızın idam edileceklerdi.
Aynı yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun sekizinci Sultanı 2. Beyazıt, bir fermanla İspanya'dan sürülen 250.000 Yahudiyi kendi ülkesine davet etti. Yahudiler varlarını yoğlarını geride bırakıp İspanya limanlarından Doğuya doğru yelken açan salaş gemilere doluşarak, eziyetli bir yolculuktan sonra, onlara yardım elini uzatan tek millet olan Türklerin ülkesine vardılar.
İspanya'dan göçe zorlanan Yahudiler yeni yurtlarında özgürce serpilerek hem mutlu hem de zengin oldular. Yüzyıllar sonra sığındıkları imparatorluk bir büyük savaşın sonunda çökünce bazı Yahudi aileleri daha umurlu günler göreceklerini umarak zengin ve eğlenceli Fransa'ya göç edeceklerdi. En çok da Paris'e. Paris sanatın, uygarlığın ve eğlencenin en parlak yıldızıydı o yıllarda. Rifka Mitrani'nin ailesi de Paris'e yerleşmeyi seçti.
....... Mitranilerin tatlı hayatı 1940 yılında son buldu. Hem de yıldırım çarpmış gibi bir anda! Nesim Mitrani'nin şirketinin Katolik bir Fransız'a devri üç gün içinde gerçekleşti. Nesim Mitrani başına gelebilecek en büyük felaketin şirketini ve servetini kaybetmesi olduğunu düşünmüştü ama yanılmıştı. Nazi işgali altında olmayan Güney Fransa'ya göç etmeye hazırlandığı günlerin birinde, otobüs durağında oğluyla birlikte Gestapoya yakalandı ve Drancy'e götürüldü. Baba oğul Mitraniler'den bir daha haber alınamadı."
Romanda sadece bir Yahudi genciyle evli olan Selva Kırımlı'nın ve Rifka'nın Alman işgali altındaki topraklardan kaçış hikâyesini değil, yurdundan ayrılmak zorunda kalan insanların acılarını da ayrıntılarıyla aktararak, bir insanlık dramını dile getirmeye çalıştım.
Ölüm Allahın emri, ayrılık olmasaydı. Ah keşke olmasaydı! Ama hayatın değişmez bir gerçeğidir bu. Ayrılık hep vardır hayatımızda. Kimi zaman da gönüllüdür ayrılıklar. Ama ya mecburi sürgünler? Asırlar boyunca yaşadıkları topraklardan, şehirlerden zorla sökülenler ya da kaçmak zorunda kalanlar? Ya tecrit? Kendi topraklarındaki yaşam haklarını yitirenler için hayat, ölüm kadar karanlıktır. Gri yoğun bir sisin içine girmektir. Umutların yitirildiği, bilinmezin başladığı noktadır. İşin en acı yönü, dünyamızda ve bölgemizde bu gün dahi sürüyor olması bu insanlık dramının. Hem de en acımasız haliyle.
Yazarların ne yazık ki dünyanın çarpıklıklarını düzeltebilme imkânları yok ama vicdan sahibi her yazarın, içinde yaşadığı zamanın ve coğrafyanın sorunlarını eserlerinde dile getirerek, okurlarında bir 'farkındalık yaratma' görevi taşımakta olduğuna inanıyorum.
YARIN
ELİF ŞAFAK: Bir komşum vardı
EN SON HABERLER
- 1 CHP’li Köyceğiz Belediye Başkanından işçilere görülmemiş zulüm!
- 2 Cevdet Yılmaz, KKTC Başbakanı Üstel'i ağırladı
- 3 Bakan Güler, Irak Türkmen Cephesi Siyasi Büro Üyesi Aydın Maruf ile bir araya geldi
- 4 Milli Savunma Bakanı Güler'den Harita Genel Müdürlüğüne ziyaret
- 5 SON DAKİKA | Başkan Erdoğan: İsrail ile ticaretin durdurulması örnek teşkil edecek
- 6 Firari Erk Acarer gizli tanığı yayına aldı: Acarer 15 Temmuz için yönlendirme sorular sordu!
- 7 Diyanetten Sözcü’nün "makam aracı" haberine yalanlama
- 8 Başkan Erdoğan ile Özgür Özel görüşmesinin şifresi: İşte 6 yıl arayla CHP’nin parti dilindeki değişim!
- 9 AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik'ten 'Gazze' mesajı: Üniversitelerimizde vicdan eylemlerini ayakta tutan herkesi tebrik ediyoruz
- 10 Bakan Tekin, Diyarbakır annelerini ziyaret etti