Cuma 16.11.2012
Son Güncelleme: Perşembe 15.11.2012

Bir eve dönüş hikayesi ya da yüzleşmenin azabı

Amin Maalouf'un merakla beklenen yeni romanı Doğu'dan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın yaşadığı yüzleşmenin hikayesini anlatıyor. TURGUT BARAN yazdı

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf'u Türkiyeli okur çok sever. Bunda kuşkusuz ortak bir geçmişe sahip, benzer kültürlerden geliyor olmamızın rolü büyük ama onun yazdıklarını asıl sevmemizin nedeni biraz da, bazen bilinçli bazen de bilinçsiz bir şekilde sezdiğimiz bir şekilde Batılıların benzer konuları anlatırken takındıkları ve artık bize düpedüz bezginlik veren oryantalizmin tuzaklarına düşmemesi... Doğulu konuları Batılı bir bilinçle, ancak Doğulu bir yalın tanıdıklık hissi ve 'dünyalı' bir objektiflikle anlatması... Dünyalı lafını boşuna kullanmıyorum çünkü bu Maalouf'un da kendisine yüklediği niteleme aynı zamanda. Kökeninde Türk, Arap, Bizanslı Rum ve genel olarak Ortadoğulu bir kan taşıyan ancak tam bir Avrupalı zihnine ve eğitimine sahip olan, Lübnan doğumlu, Avrupa'nın göbeğinde Paris'te yaşayan Maalouf, kuşkusuz kendisine Dünyalı demekte haklı. Ancak her ne kadar o, kendini belli bir milliyet ve yöreyle kısıtlamıyor olsa da, yazarlığı boyunca etrafında dönüp dolaştığı hep aynı tür konular oluyor. Batılılık ve Doğululuk arasında sıkışan bireyler, Batı'nın Doğu'yu görüşüyle karşı tarafın görüşü arasındaki farklılıklar, küreselleşen dünyada iyice öne çıkan milliyetçilik meseleleri, çok kimlilik, aidiyet sorunları ve geçmişteki çok kültürlü barış dönemlerine duyulan nostaljik bir özlem duygusu... Maalouf, yedi yılın ardından gelen yeni romanı Doğu'dan Uzakta'da da yine en iyi bildiği, benzer sularda yüzüyor. Ancak romanı okuyup bitirdiğinizde bu romanın Maalouf tarafından girişilen, bir tür yazarlığındaki olgunluk sınavı olduğunu, ömrü boyunca etrafında dolaştığı ve çözmeye çalıştığı meseleleri bu kez tek bir yerde toplayıp bir tür analiz çalışmasına giriştiğini hissediyorsunuz. Bir de her zamankinden de yoğun bir tür otobiyografik koku alıyorsunuz. Doğu'dan Uzakta, 'doğudaki' ülkesinden uzun süredir uzak kalmış, orta yaşlı bir tarihçi-yazar olan Adam'ın, ülkesindeki en yakın arkadaşının ölmekte olduğunu öğrenmesiyle, uzun yıllardır yaşadığı Paris'ten kalkıp yıllar sonra ülkesine dönmesiyle başlıyor. Bu ülkenin adı hiç geçmese de kısa bir süre önce yaşadığı iç savaşın yaralarını hâlâ sarmakta olan Lübnan olduğunu hissediyoruz elbette. Adam ülkesine geliyor, ancak maalesef o yetişemeden arkadaşı son nefesini veriyor. Bundan sonrası ise Adam'ın üniversitedeki arkadaş grubundan, hiç gerçekleşmemiş bir flört yaşadığı 'güzel' Semiramis'in oteline yerleşmesi ve ilk başta ölen arkadaşlarına bir anma yapmak fikriyle doğan, eski dostların yeniden bir araya getirilmesi projesiyle başlayan, ancak giderek Adam'ın ve arkadaşlarının ülkeleri, dostları, aileleri ve özellikle de kendi kimlikleriyle yüzleşmeleriyle devam eden bir süreç olarak devam ediyor.
İNSANLIĞIN ORTAK HİKAYESİ
Maalouf, 420 sayfalık romanına yalnızca bugüne dek tüm romanları ve diğer çalışmalarında uğraştığı meseleleri ince ince yerleştirerek, mükemmel bir senteze ulaşmakla kalmıyor, adını ilk insandan alan kahramanı Adam'ın ve çevresindekilerin aracılığıyla esas olarak farklı dinlerden oluşan tüm insanlığın ortak hikayesini anlatmış oluyor bir anlamda. "Adımda doğmakta olan insanlığı taşıyorum, ama ben nesli giderek tükenen insanlığa aidim, diye kayıt düşecekti Adam not defterine acı olaydan iki gün önce," sözleriyle başlıyor roman ve Adam'ın tarafsız bir yargıç ya da dinleyici gibi merkezinde durduğu öykü boyunca, adeta bir tür forum alanına, Adam'ın arkadaşlarının kimliğinde, sırasıyla farklı dinler ve toplumlardan olan ancak esasında ortak acıları ve kimlik sorunlarını paylaşan kişilerin çıkıp 'davalarına' dair görüşlerini belirttiklerini izliyoruz. Ve biz okur koltuğunda oturanların, Adam ile yer değiştirip, bu kişileri tarafsızca dinlemesini sağlamış oluyor, bir anlamda Maalouf böylece. Musevi, Hıristiyan ya da Müslüman... Hangi dil, din ya da ırktan gelinirse gelinsin herkesin birbirini dinleyebildiği ve tartışabildiği bir ortamda karşılıklı anlayışla çözülemeyecek sorun olmadığını gözler önüne sermeyi amaçlıyor böylece kuşkusuz.

DERİNLEŞEN BİR HİKAYE

Ama tabii hiçbir şey bu kadar basit değildir. Adam, dünyanın dört bir yanından gelen arkadaşlarıyla, ülkede kalanların hikayelerini dinlerken, tarafsız ve haklı bir konumda kaldığını zannettiği kendisinin de bir yandan kendi günahları ve hatalarıyla yüzleşmekte zorlandığını fark ediyor. Savaşın başlamasıyla ülkesini terk ederek 'ellerinin kirlenmesini' önlediğini düşünen ve vatanseverlik duygularıyla ülkede kaldıktan sonra kaçınılmaz bir şekilde politikaya bulaştığı için 'ellerini kirletmiş' olan, şimdi ölmüş arkadaşına karşı duyduğu soğukluk duygusu, ülkesinden uzaktayken son derece doğru gözükmüşken; şimdi buradayken, terk ettiği için esasında sorumluluğundan kaçtığını fark ettiği ülkesinin ve arkadaşlarının dertlerini dinlemek, kendisini farklı bir şekilde değerlendirmesine yol açıyor. Savaşın bizzat içinde de olsanız, hangi duyguyla olursa olsun bırakıp uzaklara da gitseniz, doğduğunuz topraklarda yaşananların mutlaka hayatınızda gelip sizi bulacağını göstermiş oluyor böylece Maalouf. Kuşkusuz bunun en önemli işareti zaten kitabın başında yer alan Simone Weil'e ait şu epigrafta saklı; "Kaba kuvvetle ilişkiye maruz bırakılan her şey alçalır. Darbeyi indiren de darbeyi yiyen de aynı kirlenmeyi yaşar." Biz tüm bu öyküyü Adam'ın tuttuğu günlüğünden ve araya giren anlatıcı sesten dinliyoruz. "Murad ölünce, arkadaşlarımın, gençliğimin, şimdiki zamanın bizi ne hale getirdiğinin hikâyesini anlatmak istedim," diyor Adam. Bu anlatmak için olduğu kadar, Adam'ın kendisinin anlamak ihtiyacından da doğan bir durum aslında. Doğu'dan Uzakta, farklı karakterlerin öykülerinin bir araya geçerek ilerlediği, geçmişle bugün arasında çıkılan bellek yolculuklarıyla zenginleşen ve giderek derinleşen bir öyküyü anlatırken, bir yandan da Maalouf'un günümüzde halen sürmekte olan dinler arası kavgalar, milliyetçilik gerilimleri ve Doğu ile Batı arasında kalmış kimliklere dair felsefi görüşlerini de aktarıyor. Bu arada bu güzel kitap yalnızca kuru kimlik meselelerinden bahsediyor sanmayın. Batı'dan bakan bir Doğulu gözüyle bu coğrafyadaki aşk, sevgililik, evlilik ve cinsellik gibi meseleler üzerinde de etraflıca duruyor, ilginç tespitlerde bulunuyor.
DOĞU'DAN UZAKTA'DAN
*(...) "Dini her işe karıştırıyorlar ve ona hizmet ettiklerini sanırken, aslında kendi ihtirasları veya kendi delice hevesleri için dini kullanıyorlar. Din elbette önemli, ama aileden, arkadaşlıktan, sadakatten daha önemli değil. Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor. Sana caiz olandan ve olmayandan, mübahtan ve mekruhtan söz edip sözlerini alıntılarla destekliyorlar. Bence neyin dürüstlüğe veya adaba uygun olduğuyla uğraşsalar daha iyi ederler. Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar. Ben inançlı ve dindar bir aileden geliyorum. Büyük dedem Osmanlı sultanları zamanında şeyhülislammış. Bizimkiler her ramazanda mutlaka oruç tutmuşlardır. Bu doğal bir şeydi, kendiliğinden yapılırdı, mühim bir mesele sayılmazdı. Günümüzde oruç tutmak yetmiyor, herkese oruç tuttuğunu göstermek ve tutmayanları da göz hapsine almak gerekiyor. Bir gün insanlar hayatlarını fazlasıyla işgal eden dinden bıkacaklar ve kötülerin yanına iyileri de katarak her şeyi inkâr edecekler." *(...)"Bu mahrem konulara hiçbir utanç duyulmadan yaklaşılırsan duygunun yok olacağını düşünmüyor musun?" Arkadaşım omuz silkmişti. "Bu, bizi susturmak için ezelden beri kullanılan bahane. Bizimki gibi toplumlarda utanç zorbalığın bir aracıdır. Dinler boynumuza yuları geçirmek ve yaşamamıza engel olmak için suçluluk ve utancı icat etmişlerdir! Eğer erkekler ve kadınlar ilişkileri, duyguları, bedenleri hakkında serbestçe konuşabilselerdi, tüm insanlık daha gelişkin, daha yaratıcı olurdu. Eminim bu da bir gün olacak!" (...) "Yetmişli yıllarda yirmili yaşlarında olan kadınlar ve erkeklerden oluşan benim kuşağım kaygılarının merkezine bedenlerin özgürleşmesini koymuştu. Bu, ABD ve Fransa'da olduğu kadar, benim ülkemin de dahil olduğu başka yerlerde de geçerliydi. Bugün geriye dönüp baktığımda yüzde yüz haklı olduğumuza inanıyorum. Ahlaki zorbalıklar önce bedenimizi kıskıvrak bağlayarak zihnimizi de esir alıyorlar. Tek denetim ve hâkimiyet aracı bu değil, ama en etkili araçlardan biri olduğu tarih boyunca kanıtlandı. Bu nedenle bedenlerin özgürleşmesi bütünü içinde bağımsızlaştırıcı bir eylem olma özelliğini koruyor. Tabii ki bunun, her türlü davranış bayağılığını haklı çıkarmak amacıyla kullanılmaması koşuluyla..."

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.