Giriş Tarihi: 16.11.2012

Bir haksızlık öyküsü

Maggie O' Farrell, son romanı Elimi İlk Tutan El'de her zamanki bellek kayıpları ve aile sırları gibi bildik temaları etrafında dolaşırken, 50'ler ve 2000'lerin Londrası'ndan iki farklı kadının anneliğine yoğunlaşıyor. Romanın şiirsel dili ise romantik yapısını bütünlüyor. ELİF TANRIYAR kitabı anlatıyor

Maggie O' Farrell'ı son olarak Esme Lennox Nasıl Yok Oldu (Turkuvaz Kitap) adlı romanıyla okumuştuk. Yalnızca öyküsünün atmosferiyle değil, şiir tadındaki dili ve üslubuyla da etkilemişti bizi. Son romanı olan Elimi İlk Tutan El de ilk sayfasından sonuna dek aynı etkiyi bırakıyor üstünüzde. Geçmişle bugün arasında gidip gelen bir tür rüya atmosferi yaratıyor. O'Farrell'ın en sevdiği şey insan belleğindeki kayıpları deşmek ve bugünle geçmiş arasında dolaşmak, çağdaş kahramanlarla tarihi olanlar arasında beklenmedik ilişkiler kurmak... Elimi İlk Tutan El de aynı izlekler üstünden gidiyor. Önce 50'lerden bir genç kadınla tanışıyor, ardından kendimizi hızla 2000'lerden bir genç annenin yanında buluyoruz. İkisinin arasındaki kontrast ilk bakışta çok keskin görünse de, hikaye ilerledikçe birbirlerine yaklaşmalarını izlemek, O'Farrell'ın edebi yeteneğinin en dikkat çekici kanıtı oluyor. Alexandra Sinclair, taşradaki evlerinin yanındaki bahçede sıkıntıyla gezinirken, yolda arabası bozulan son derece çekici bir genç adamla tanışıyor. Bir dergi editörü ve sanat simsarı olan sıra dışı Innes Kent, onu farklı havasıyla büyülerken; Innes de, genç kızın vahşi doğasından ve güzelliğinden etkileniyor. Bir kır yolundaki bu tesadüfi karşılaşmanın ilk bakışta öyle çok da ilginç gelen bir yanı yok gibi gözükebilir. Ama O'Farrell'ın romanını okuduğunuzda, o sıradan karşılaşmanın yaklaşık yarım asır sonra hayatlar üzerinde bıraktığı etkileri görmek, ancak edebiyat aracılığıyla bilincine varılabilecek bir kader öyküsünü gözler önüne seriyor.

HAYAT RENKLENİYOR AMA...

Alexandra'nın - Innes'in taktığı yeni ismiyle Lexie -, evinden ayrılıp Londra'da Innes'in yanında yeni bir hayata adım atmasıyla gözlerimizin önünde yavaş oluşan bir değişime tanık oluyoruz. Savaş sonrasının yeni özgürlük ortamında, özellikle Soho çevresinde toplaşan entelektüel çevreler arasına karışan Lexie, hem onlardan hem de Innes'ten aldığı 'hayat bilgisi' aracılığıyla Innes'in dergisinde sanat yazıları yazan, zevkli giyinmenin sırrını çözmüş, Innes'le birlikte aşkı ve cinselliği doya doya yaşayan baş döndürücü bir genç kadına dönüşüyor. Onun Soho sokaklarında uçarcasına attığı adımları bize de bir gençlik heyecanı olarak yansırken tam da, daha romanın başlarında yazarın bizi uyaran bir notuyla irkiliyoruz; "Genç yaşta öleceğinden, sandığı gibi fazla vakti olmadığından bihaber çünkü. Hayatının aşkını buldu ne de olsa, ölüm aklına gelmeyecek kadar uzak ona." Bu bilgiyle, her tarafından canlı renklerin taştığı öykü biraz puslansa da, Lexie'nin öyküsünün bir yandan daha da renklenmesini izliyor olmamız bir nebze teselli sunuyor. Dünün çaylak genç kızı giderek başarılı bir gazeteciye dönüştükçe, özgürlüğü ve özellikle erkeklere karşı gücü de artıyor. Tabii aynı oranda da çekiciliğinin gücü... Lexie, dünyanın dört bir yanını gezip dönemin ünlü sanatçılarıyla röportaj yaparken bir yandan da dönemin modasının bir adım önünde giden zevkli giyimine dair bilgiler de ediniyoruz. Bağımsızlığından hiçbir erkek için vazgeçmeyen Lexie'nin hayatının hiç beklenmedik sürprizi ise oğlunu doğurmak oluyor. Öte yandan romanın başından itibaren paralel bir biçimde hayatına tanık olduğumuz bir başka genç kadın daha var. 2000'lerin Londrası'ndan, Finli Elina, İngiliz erkek arkadaşı Ted ve yeni doğan oğluyla birlikte yaşıyor. Ancak Elina'nın öyküsünü okumaya başladığımız daha ilk satırlarda bir şeylerin ters gittiğini fark ediyoruz.

2000 YILLARA GELİNCE

Elina, ölümden döndüğü ve çok fazla kan kaybettiği bir doğumu yeni gerçekleştirmiştir ve bu travmanın etkisiyle doğum anını belleğinden tamamen silmiştir, kan kaybı nedeniyle yaşadığı halsizlik de gün içinde sık sık kısa süreli bellek kayıpları yaşamasına neden olmaktadır. Lexie'nin cıvıl cıvıl öyküsüne ara verip, Elina'nınkini okumaya başladığımızda ilk başta kafamız karışıyor. 50'lerin renkli Sohosu'nu fethetmekte olan bu yaratıcı kızla, 2000'lerin bir evde, kendi belleğinin boşlukları arasında tıkılı kalmış, yeni anne olan sıkıcı hayatlı genç kadını arasındaki fark öylesine sert ki! Aslında bir ressam olan ve kendi geçmişini anımsadıkça -işi için dünyayı gezen, özgür bir sanatçıdır o da bir zamanlar- Lexie ile pek çok ortak noktaya sahip olduğunu gördüğümüz bu kadının, yeni doğmuş bir bebeğin ihtiyaçları etrafında geçen ve bir yandan post doğum travmalarıyla baş etmeye çalışan yaşamı, ilk bakışta son derece canlı Lexie'ye oranla çok daha fazla ölüme yakınmış gibi duruyor. Ya da en azından ciddi bir sorunu varmış gibi... O'Farrell'ın edebi yeteneği de burada devreye giriyor zaten. Sürekli olarak yeni yan yollar yaratarak hikayenin gelişimini bizim beklediğimizden farklı bir yöne sokmayı başarıyor. Tam Elina'nın bellek kayıplarının altından ciddi bir şey çıkacağını düşünürken, erkek arkadaşı Ted'deki tuhaflıklar konusunda bilgilendiriliyoruz. Ted, oğlunun doğumuyla bir anda belleğinin derinliklerinden çıkıp gelen beklenmedik görüntülerle uğraşmaya başlıyor. Önceleri o Elina için endişelenirken, giderek Elina onun için meraklanmaya başlıyor. Elina ve Ted, bir zamanlar Lexie'nin dolaştığı Soho'nun şimdi modernleştirilmiş sokaklarında ve işyerlerinden dolaşırken, aslında birbirlerinin adımları üstünde yürüyorlar. Hikaye ilerledikçe Ted'in anne-babasının birbiri içine geçen hikayelerinin giderek birleşmeye başladığını görüyoruz elbet. Ama O'Farrell bunu öylesine hassas bir şekilde yapıyor ki, bir noktadan sonra gizemi sezseniz bile, uzun bir süre geçmişteki ortak sırrı tahmin edemiyorsunuz.
ŞEHİRLERİN BELLEKLERİ YOK MU SANDINIZ?
Maggie O'Farrell'ın her zamanki gibi bellek boşlukları ve aile sırları arasında dolaşan hikayesi daha öncekilerden özellikle annelik konusuna yoğunlaşmasıyla ayrılıyor. Elina'nın portresinde çağdaş bir annenin yaşadığı tüm annelik meselelerini izlerken, partneri Ted aracılığıyla da günümüzden bir baba portresini görmüş oluyoruz. Öte yandan Lexie'nin anneliği, kariyerini ön planda tutan 50'lerden bir kadının portresi olduğu için, dönemin tipik annelerine dair bir portre çizmezken, çocuğuna olan sevgisi ve bağlılığıyla yine de Elina ile aynı noktada kesişmeyi başarıyor. Bu romanın en güzel yanlarından biri ise yalnızca insanların değil, şehirlerin belleklerinde de bir yolculuğa çıkıyor olması... 50'lerin Sohosu ile 2000'lerinki arasında gezinirken yalnızca insanların değil şehirlerin iç ve dış görünüşlerindeki değişime de tanık oluyoruz. Maggie O'Farrell dilini ustalıkla kullanan, yalnızca renklerden ve ışıktaki değişimlerden bahsederek bile öyküsünün ruhunda ince değişimler yaratmayı başaran nitelikli bir yazar.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.