Cuma 03.11.2017 00:00
Son Güncelleme: Pazartesi 06.11.2017 19:12

Cep delik, cepken delik

Aylardan kasım ve meşhur pastırma yazı... Ucu delinmiş kundurasıyla, yerdeki taşları sektire sektire yürüyor, Beykoz’un yollarında bir delikanlı. Hava da güzel tabii, belli ki yine işinden paydos etmiş temelli. Hep 36’sında kalmış, bir ‘garip’ Orhan Veli...

1914... Yani Birinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan bir hayat. Gelibolu'daki askerliği sırasında, ikincisini yaşarken ve hem de tam ortasındayken savaşın, şöyle yazacaktı şair Bir Roman Kahramanı'nda: "başucumda zeytinyağı yakarak/ mevzuumu yaşamaya çalışıyordum/ bir şehirde başlayıp/ kim bilir nerde/ kim bilir ne gün bitecek mevzuumu."

İstanbul'da başlayıp İstanbul'da bitti Orhan Veli'nin hikâyesi. Gözlerini kapatarak, hafif bir rüzgârın ağaçlardaki yaprakları nasıl da sallandırdığını ve "uzaklarda, çok uzaklarda/ sucuların hiç durmayan çıngırakları"nı dinlediği şehirde...

Kısa ömründen bize kalan, koskoca ve upuzun bir şiirdi. "Yüz kelimelik bir şiirde, yüz tane güzellik arayan insan vardır. Hâlbuki bin kelimelik bir şiir bile, bir tek güzellik için yazılır" derken, kendisinin içimizdeki tezahürünü ne güzel anlatmış.

"Sanat, sanat için mi, yoksa insan için mi" şeklindeki asırlık polemiğin Veli'deki karşılığını öğrenmek için, bu soruya "Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi şiir de, onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir" yanıtını vermesine ihtiyaç duymuyoruz aslında.

"Sevdiğim insanlara kızabilirdim/ eğer sevmek bana/ mahzun durmayı/ öğretmeseydi" diyor ya hani, yetmez mi?

İLLE ŞİİR, İLLE ŞAİR

Her bahar geldiğinde Orhan Veli'nin o muayyen dizesini tekrarlamayanımız azdır, "beni bu güzel havalar mahvetti/ böyle havada istifa ettim/ evkaftaki memuriyetimden"...

Şair, baktığı her yerde şiir görmesinden mütevellit hiçbir işinde dikiş tutturamadı. Ne Posta ve Telgraf Teşkilatı'ndaki ne de Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki memuriyeti ona mutluluk vermedi. Kendisine teklif edilen petrol kampında çalışma fikrini bile sonradan hayâlinde canlandırırken iş yapmaktan pek uzaktı. Eğer teklifi kabul etseydi başına neler gelebilirdi? Maceralarını dinleyebileceği Teksaslı bir mühendisle tanışmak mesela... Kedi seven, hayvan meraklısı muhasebeci Ethem Bey de... Sonra alafranga bir genç dolanmalı etrafta ve köpeğinin adı Ethem Bey'e inat, sırf alafrangalıktan Robinson olmalı. Öyle ki bu genç tam bir Ahmet Haşim hayranı olsun, vezinlere kafiyelere bayılsın.

Orhan Veli! Hayalindeki iş arkadaşlarını anlatırken bile ille şiir, ille de şair! Ve yine işsiz...

SEVGİLİ GARİP!

Hazır söz vezinlerden, kafiyelerden açılmışken Orhan Veli'nin, edebiyattaki Garip akımının öncülerinden olduğunu da hatırlayalım.

Yazın dünyasına getirdiği bu yepyeni soluk, şairi bir yandan yeni tartışmaların kucağına atarken diğer taraftan insanlarla yeni bir düzlemde heyecan içinde buluşma olanağı sağladı. Bir şiirde takdir edilmesi gereken bir ahenk varsa, onu temin eden şey ne vezin, ne de kafiyeydi çünkü... O ahenk, vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen mevcuttu.

Peki, neden Garip koymuşlardı adını Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat ile birlikte? Gördüğü şeyi herkesin kullandığı kelimelerle anlatanı 'o günün' münevveri, 'garip' telakki ediyordu da ondan... Kafiyeyle de yazdı, "ölmedim hâlâ... yaşamaktayım/ dinle bak: vurmada nabzı ruhun/ ah! aydınlıklardan uzaktayım/ kafamda o dağılmayan sükûn", Garip'in usulüyle de: "şimdi evime girsem bile/ biraz sonra çıkabilirim/ madem ki bu esvaplarla ayakkaplar benim/ ve madem ki sokaklar kimsenin değil"...

Sanatın her bir dalını önemseyen ancak sanatların iç içe geçmesine taraftar olmayan bir Orhan Veli de var ve "Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat, bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil..." derken şarkılaştırılmış şiiri geliyor aklıma:

"kim söylemiş beni/ Süheyla'ya vurulmuşum diye?/ kim görmüş, ama kim/ eleni'yi öptüğümü/ yüksek kaldırımda, güpegündüz?.."

Şiir, bütün hususiyeti edasında olan bir söz sanatıydı, tamamen manâdan ibaretti çünkü ve şair sert çıkıyordu, "Bütün kıymeti manâsında olan hakiki şiir unsurunun tali hokkabazlıklar yüzünden dikkatimizden kaçacağını da hatırdan çıkarmamalı." Şiirin devamında gelen 'geç bunları, anam babam, geç' dizesini, bir Sezen Aksu bestesiyle mırıldanırken, şairin kemiklerini sızlatmıyoruzdur umarım...

Bu dünyadan bir Orhan Veli geçti... Bir yaşında kurbağadan korkan, iki yaşında gurbete çıkan, yedisinde mektebe başlayan... Dokuz yaşında okumaya, on yaşında yazmaya merak salan, 19'unda avareliğini başlatan, 20'den sonra para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrenen...

İstanbul'da Boğaziçi'nde, bir fakir Orhan Veli idi... Veli'nin oğlu, tarifsiz kederler içinde. Giderken dedi ki: "söğüt ağacı güzeldir/ fakat trenimiz/ son istasyona vardığı zaman/ ben dere olmayı/ söğüt olmaya/ tercih ederim."

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.