Özgür topraklar, tutsak hayatlar
New York Times’ın 2018’in En İyi 10 Kitabı listesine giren Özgür Topraklar, Timaş Yayınları’ndan çıkan ilk baskısıyla, Türk okuruyla da buluştu
KİMİN BU KAFA SESİ?
Oxford ve Cambridge üniversitelerinde eğitimini tamamlamış olup, hâlihazırda saygın gazete ve dergilerde sürdürdüğü yazarlığıyla ses getiren işlere imza atarken, edebiyat otoriterlerinin teveccühüne de sıklıkla mazhar olan Neel Mukherjee, Kalküta'da doğmuş. Kendi coğrafyasına fiziki manada uzak olsa da, manevi anlamda bir hayli yakın durduğu aşikâr. Yazar, dünyanın en kalabalık ikinci nüfusuna sahip olan Hindistan'ın şehir ve bölgelerine göre farklılık gösteren alışkanlık, davranış ve yaşam biçimlerine olan hâkimiyetini ustalıkla yansıtıyor. Kitabın, doğup büyüdüğü yere yıllar sonra oğluyla birlikte dönen kahramanlarından birinin hislerine tercüman olan kafa sesiyle, kendisi de muhatap olmuştur diye tahmin ediyorum, "Bu ülkede zaman diğer dünya ülkelerine nazaran daha farklı akıyordu. Bu zaman akışı onu çok uzun yıllar öncesine taşımıştı, Kalküta'da büyüdüğü dönemdi bu, artık o akışın içine girmeye korkar olmuştu, kendi ülkesinde bir turist olmuştu." Sanırım yoğunluğun her yönden kendini gösterdiği Hindistan gibi bir ülkede, 'biraz' yaşamak bile, sadece birkaç konuda da olsa iyi-kötü durumlar karşısında 'zenginleşmeyi' beraberinde getiriyor; nerede kaldı orada doğup büyümek...
İrem Uzunhasanoğlu'nun Türkçeye çevirisiyle karşımıza çıkan Özgür Topraklar, 2015 yılının ağustos ayında Avusturya sınırındaki Suriyeli bir mültecinin veryansınıyla başlıyor: Göçmen mi? Biz göçmen değiliz ki! Hayaletiz biz, başka bir şey değil, hayalet! İşte kitabın birbirleriyle iç içe geçen, sürpriz hikâyeleri de böyle başlıyor.
KENDİNE İLTİCA EDENLERİN ÖYKÜSÜ
Kendinden kopup, yine kendisine iltica edenlerin öyküsünde yalnızlığı, ıssızlığı, umudu, hüsranı, çaresizliği, savrukluğu, mücadeleyi, galibiyeti, mağlubiyeti sırasıyla bir bir yaşıyoruz. Tüm bu duygu durumlarının üstüne bir takım 'şaşkın'lıkların eklenmesi de cabası. Londra'da yaşarken bir süreliğine ailesinin yanına Bombay'a gelen varlıklı genç bir adamın açlığın, susuzluğun, sefilliğin yaşandığı şehrin arka mahallelerinde tanık olduğu şeylerle başlıyordu yalnızlık. Fakir insanlara antropolojik bir çalışmanın öznesi gözüyle bakmak ya da onları bir turistik eğlence gibi görmek onda korku, suçluluk ve kendisinden nefret etme duygusuna evrilse de, yanında kendinden başkası yoktu. Yalnızlığı, hayatını, bir astroloğun kehanetleri sonucu çok başarılı olacağına inandığı yeğenini okutmaya adamış aşçıları Renu'nun ıssızlığıyla katmerleniyordu. ÇARESİZLİĞİN MUAMMASI
Lakşman çıkıyor sonra karşımıza. Çeşitli acımasız yöntemle kendisine ekmek teknesi yapmaya çalıştığı ayısı Raju ile evlerini terk edip şehre inmeleri dramatik olayları da beraberinde getiriyor. Dans etmeye zorlanan Raju'nun maruz kaldıklarına mı üzülsek, yoksa 'çaresizliğin' insanı neye dönüştürebileceğinin muammasıyla affımıza sığınan Lakşman'a mı, bilemiyoruz. Günler sonra kazanmayı başarıp hırsızlık tehlikesine karşı ayısının tasmasına sakladığı para ile gelen mutluluk ve insaf umudu, aynı paranın şiddetli yağmur altında kalmalarından sonra tasmadan parçalanarak çıkmasıysa hüsranı peş peşe getiriyor. Sonra Soni var... Hastaneye ulaşmak için ölçülemez zahmetler çeken, her defasında doktorsuzluktan geri dönen ve en nihayetinde çenesindeki tümörü kesmeye çalışırken intihar eden annesinden sonra, nasıl bir gelecek hayâl edebiliriz bu küçük kız çocuğu için? "Düş kurmaya biraz vakit var, güzel bitsin bu savruluş hikâyesi" diyoruz. Mümkün olacak mı? Ben söylemeyeyim...
EN SON HABERLER
- 1 Kime, hangi kitap hediye edilmeli?
- 2 İlber Hoca’nın kitaplarıyla tarihte yolculuk...
- 3 Cem Sultan’ın öyküsüne farklı bakış
- 4 Açık havada kitap okuma vakti geldi
- 5 İnsan en çok kendine yalan söyler
- 6 Hangi irade terbiyesi?
- 7 Birkaç kişisel keşif yolculuğu
- 8 Oruç mevsimine hoş geldiniz çocuklar
- 9 Anadilin yitirilmesi kişiliğin yıkılmasıdır
- 10 Rüyalardan Cem Sultan devrine açılan kapı