Cumartesi 02.01.2010

Şehrinizden gurur duyuyor musunuz?

Londra: Metropol ve Mimarlık kitabı İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans Bölümü'nün 'Mimarlığı dünya metropolleri içinde keşfetme' programının bir ürünü

Bu kitap, Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans Bölümü'nün dört yıldır süren 'Mimarlığı dünya metropolleri içinde keşfetme' programının ürünü. Öğrenciler ve akademik kadro, ders yılı sonunda mimarlık ve şehircilik açısından önemli bir metropole, Vitra desteğiyle keşif gezisi yapıyorlar. Londra'dan önce Viyana ve Chicago'ya, bu yıl da Amsterdam'a böyle geziler düzenlenmiş. Öğrenciler, yıl içinde seminerlerde metinler, haritalar, planlar ve fotoğraflar üzerinden tahlil ettikleri şehri bu gezilerde dolaysız bir deneyim ve algı nesnesi olarak önlerinde buluyorlar -daha doğrusu kendilerini onun içinde buluyorlar ve sık sık da kaybediyorlar. Çünkü kaybolmamak çok zor, başınızda hocanız, rehberiniz ve yanınızda arkadaş grubunuz olsa bile şehrin sizi yutmaması zor. Hoca, bütün yıl sınıfta konuştuğu yetmemiş gibi, burada da sokaklar boyunca anlatmaya, göstermeye, işaret etmeye, dürtüklemeye devam ediyor; metro istasyonlarının hunhar itiş kakışı da esneme ihtiyacınızı azaltmaya yetmiyor. Tam siz iyice durgunlaşmaya, içinize göçmeye başlamışken birdenbire bir vitrinin daveti, geçip giden bir yüzün ilginç parıltısı, bu şehirde pek sık rastlanmayan tatlı bir kaldırım kahvesi ve orada bir şeyler içme isteği, az ötede hünerlerini sergileyen bir dilenci, beklenmedik bir girinti, saklı bir avlu, ana eksenin hemen berisinde yer aldığı halde nerdeyse çıt çıkmayan bir cadde- körelmeye başlamış algınız bu olaycıklarla tazelenme fırsatı bulurken sizin de sürüden ayrı düşüp yolunuzu kaybetmeniz işten bile değil. Ama sonradan tekrar toplandıklarını gözlerimle gördüm. Memnuniyetsiz olmadıklarını da.

BAROK ŞEHİRLERİN İLK ÖRNEĞİ

Seçmeli derslerde bir yığın felsefe metni okutulsalar da, mimarlık öğrencilerinin bir epistemolojik duyarlılık geliştirmeleri hâlâ mecburiyet değildir. Ama bu geziler öğrenciyi şu noktayı düşünmeye de itiyor olmalı: Teorik bilgi ile dolaysız deneyim arasındaki gerilim, hatta uyuşmazlık. Özellikle Londra söz konusu olduğunda önem kazanıyor bu. Çünkü bu gerilim Londra'da sadece bir yanda öğrenci/seyirciyle öte yanda şehir/eser arasındaki ilişkide ortaya çıkmakla kalmaz; İhsan Bilgin'in belirttiği gibi, şehrin kendisi de böyle bir gerilimden yapılmıştır. Soyutla somut arasındaki, akılla deneyim arasındaki fark, Londra'nın tarihinde, irade ile kendiliğindenlik arasındaki bir dizi sürtüşme ve etkileşime tercüme edilmiştir. Londra'yı özgün kılan etkenlerin başında, modernleşmenin hızlı nüfus artışı gibi sonuçlarını ilk yaşayan merkez olmasına rağmen, 'yayılma ve yerleşmeyi merkezi biçimde denetim altında tutacak bütünsel imar planı araçlarına hiç başvurmayacak olmasıdır.' Oysa Antik Çağ'dan sonra şehir planı fikrinin ilk ortaya çıktığı yer de Londra'dır. 1666'daki büyük yangından sonra mimar Christopher Wren'in krala sunduğu plan, Londra'yı Avrupa'nın ancak 18. ve 19. yüzyılda şekillenecek barok şehirlerinin (Paris, Viyana, Berlin) ilk örneği yapacaktı. Ama kaynak yetersizliği yüzünden plan uygulanamadı. Londra'da bugün de şehri bütünleştiren, bir bakışta görülebilen bir 'sisteme' (bir 'akla') dönüştüren büyük bulvarlar yoktur. Meydanlar yerine 'square'ler vardır. Bunun meydandan tek farkı, "merkezinde park olması ve bu parkın da sadece kendisine cephesi olan evler tarafından kullanılabilmesi değildir. Şehir ölçeğinde bakıldığında daha önemli fark, meydanların şehrin tamamına hitap eden bütünleştirici işlevine karşılık, bir square'in kendi etrafında kümelenmiş mahalleyi komşu mahalleden ayrıştırıcı bir işlev görmesidir."
BİR YAMALI BOHÇA

Londra'nın birbirine teyellenmiş parçalardan oluşan bir 'yamalı bohça' izlenimi verdiği söylenmiştir. Bilgin, 'ayrışmış bir aradalık' olarak niteliyor bunu. Wren planından sonra yeni bir merkezi planın uygulanmamasının nedeni elbette kaynak yetersizliği değildir. 18. yüzyıldan itibaren sermayenin yoğunlaştığı yerdir Londra. Asıl neden, Londra'yı ve Britanya'yı Ortaçağ'dan beri Avrupa'dan farklılaştıran özgün toprak mülkiyeti hukuku ile çeşitli sınıflar ve meslek grupları arasındaki müzakere kültürüydü. Gerhard Fehl, kitapta yer alan seminer kayıtlarında ayrıntılarıyla anlatıyor bütün bu tarihsel süreci. En kaba çizgilerine indirgersek şöyle özetleyebiliriz: Daha mutlak monarşi döneminde bile Londra'da parçalı ve farklılaşmış bir toprak mülkiyeti yapısı vardı; arazinin satılabilen bir mala dönüşmesi çok önce başlamıştı; ve imarda söz sahibi olan aktörler çeşitlenmişti (arsa sahipleri, müteahhitler, mimar ve plancılar, parlamento, yerel yönetimler, banka ve sigorta şirketleri, kiracılar, alıcılar, kamusal alan kullanıcıları). Mülkiyetin parçalı yapısı ve farklı çıkarları olan aktörlerin çeşitliliği, tek bir merkezi irade doğrultusunda bir plan uygulanmasını pratikte imkânsız kılıyordu. Ama Londra'nın 19. yüzyıl modernleşmesini bütünsel bir plandan yoksun geçirmesi kaosa yol açmadı. Şehir sınıfsal bir ayrışmayla (batı ve kuzey batıya doğru soylular ve burjuvazi, kuzeydoğu ve güneye doğru da işçi sınıfı) genişlerken, bir yandan da her bölge kendi içinde belli kurallar doğrultusunda örgütleniyordu: Makro plan yokluğu, mikro ölçekte epeyce katı bir kuralcılıkla dengelenmekteydi. Büyük yangından sonra benimsenen inşaat yasası, bina, sokak ve mahalle ölçeğinde kalite türdeşliğini sağlamakta önemli bir araç olmuştu. Bilgin şunu vurguluyor, belli ki İstanbul'un yeni zengin 'semtlerini' de bir kıyas noktası gibi alarak: "İlginç olan, sınırlamaların bir engel gibi yaşanmaması ve farklı aktörler arasındaki proaktif mutabakatlar sayesinde bu yaptırımlardan ön-endüstriyel bir ev ve bina prototipi kültürünün türetilebilmiş olmasıdır... Batının bu mahallelerindeki evler, yapıldıklarından 200 yıl sonra, inşaat ve yaşam kültürünü en az birkaç kez yenileyen değişikliklerin ardından, hâlâ global gayrımenkul piyasasının en gözde ürünleri olmaya devam ediyorlarsa, herhalde kendilerini sınırlayan hukuki yaptırımlarla kavgalı bir haleti ruhiye içinde yapılmış olmamalılar." Bilgin Londra'yı seviyor. Ya kamusal mekânlar, 'ayrışmış birlikteliğin' olmazsa olmazı ortak kullanım alanları? Bunu da Sibel Bozdoğan'ın 1951 Festivalinden yola çıkan ve Güney Londra'nın yeniden imarını Kraliyet Konser Salonu'nun inşası/yenilenmesi üzerinden anlatan mükemmel makalesinden okuyacağız. Bozdoğan'ın belirttiği gibi, kamusal alan diye fikrin, bir ölçütün oluşması bile II. Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşmiştir. Bu gelişmede, birbirini izleyen iki etkenin rolünü görüyoruz: (1) çalışan sınıfların çıkarlarını temsil eden bir İşçi Partisi iktidarının sosyal(ist) kaygıları; ve (2) bunu da aşacak bir şekilde, 1960'lardan itibaren eğitim patlamasının sonucunda, farklı sınıfları içeren bir 'kültürel yeni orta sınıfın', tatlı çocuklardan müteşekkil bir kültür tüketicileri kitlesinin oluşması. Yoksa, Karındeşen Jack çağında kamusal alan mı vardı? Bu kitap bir sergi eşliğinde yayımlanmış, ya da tersi. Sergide Cemal Emden'in olağanüstü fotoğrafları Londra'nın daha iyi bir yer olduğu sanısını güçlendiriyordu. Bu resimlerin büyük kısmı kitapta da var, inanılmaz. -Viyana, Chicago, Londra, Amsterdam, seneye Barcelona. Jeopolitiğin değişmesi Tokyo, Mumbai ve Şanghay'ı da devreye sokacak mıdır? Ya Tahran? Orada kaybolduğumuzda bizi kim toplayacak?- Ama siz kendi şehrinizle iftihar ediyor musunuz?

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.