Pazar 01.08.2010
Son Güncelleme: Cumartesi 31.07.2010

Hediye ettiğim resimlerimi müzayedede satıyorlar, ayıp!

Mavi Senfoni adlı eseri 2 milyon 200 bin TL'lik rekor fiyatla satıldığında Türkiye'nin gündemindeydi Burhan Doğançay. Ardından 'dünyanın en değerli ilk 250 sanatçısı' listesine girdi. Yapıtları dünyanın dört bir köşesinde sergilenedursun, o ise Turgutreis'teki yazlığında dinleniyor. Bir Bodrum seyahatinde soluğu yanında aldım. Ben sordum, o anlattı

- Babanız ünlü ressam, Adil Doğançay. Babadan mı geçti size bu merak ve ilgi?
- Öyle olmalı çünkü sülalede benden başka sanatla ilgilenen kimse yok!
- Ressam olmaya nasıl karar veriyorsunuz; yeteneğiniz var diye mi?
- Benim bilinçaltımda vardı, içimdeydi hep. Çünkü herkes küçüklükten beri hep 'Ressam olacak,' der dururdu benim için. Fakat o zamanlar Ankara'da galeri bile yok, Ankara'da bu alanda fakülte yok!
- Babanız destekliyor muydu sizin de ressam olmanızı?
- İlk zamanlarda çok teşvik etti resim yapmamı, ressam olmamı... Ben de sabah akşam resim yapıyordum. Fakat baktı ki ben bu işte ciddiyim, frene bastı!
FENA KUMAR OYNAMAZDIM!
- İlginç değil mi; ressam bir baba, oğlunun ressam olmasını istemiyor?
- İstiyor ama bir taraftan da sefil olacağımı biliyor, bütün hikâye buydu. Lise bittikten sonra resimden tamamen kopmuştum zaten. Derken gençliğin verdiği macera ruhuyla başka şeylere daldık; at yarışı oynuyordum, kâğıt oynuyordum...
- Vaaay kumarbazlık da var!
- Tabii, kumar işlerim de vardı. Fena oynamazdım. (gülüyor) İlk kitabımı, ilk süveterimi kumardan kazandığım parayla aldım. Derken futbol girdi hayatıma. Gençlerbirliği'nde oynadım kaç yıl; beş defa Ankara, iki defa Türkiye kupası aldık, Milli Takım'a bile çağrıldım ama futbolu da hiçbir zaman ciddiye almadım.
- Bunları hep para kazanmak için mi yapıyordunuz?
- Hayır, ne parası? Türkiye şampiyonu olduk iki defa, kravat verdiler! Futboldan para kazanılmazdı, o dönem yok öyle bir şey. Liseden sonra mimar olmak istedim ama aritmetiğim iyi değildi. Bütün arkadaşlarım hukuk fakültesine gidiyordu, onların peşine takılıp hukuk okudum fakat hiç sevemedim! Ders kitabım bile yoktu, arkadaşlarımın notlarına bakardım. Okul bittiğinde herkes 'Nasıl bitirdin?' diye şaşakalmıştı. Sonra babam dedi ki; 'Seni Fransa'ya yollayacağım.' Sene 1950.
- Resim eğitimi için değil herhalde!
- Deli misin, ne resmi! Doktora için.
- O saate kadar hâlâ resimden bahsetmiyor mu babanız?
- Hayır, tersine iyice frene bastı. Ben de yavaş yavaş anlamaya başlamıştım; eğer akademide değilseniz, resim hocası değilseniz resim yaparak yaşamanıza imkân yok. Resim alan yok, resim satan yok! Evlere resim almak diye bir şey hele; asla yok. Ev duvarlarında ya halı vardı, ya evlilik resimleri ya da tabak. Resmi sadece Ziraat Bankası, Osmanlı Bankası, İş Bankası alırdı, biraz da ordu. O yüzden Türkiye'de sanat bu durumda işte. Neyse... Beni yollarken iki şartı vardı babamın. Dedi ki, 'Söz ver futbol oynamayacaksın ve resim yapmayacaksın!'
- Dinlediniz mi onu?
- Şimdi, yatıp kalkıp ona dua ediyorum çünkü benim ufkumu açtı. Ressam arkadaşlarım var, bütün gün resim yapıyorlar, atölyeden çıkıp yine resim konuşuyorlar. Oysa ben operadan edebiyata her şeyden konuşabiliyorum. Sonuçta Fransa'ya gittim; iktisat doktorası yaptım. Gece bekçiliği yaptım, kilise temizledim, barmenlik yaptım, geçinmeye çalıştım yıllarca. Bu arada sürekli resim yapıyorum, hatta karma sergilere falan katılıyorum.
- Babanızın haberi olmuyor muydu?
- Tahminimce oluyordu ama doktoramı yaptım ve babama telgraf çektim; 'Ellerinizden öperim. Dr. Doğançay. Oğlunuz' yazdım. Türkiye'ye döndükten altı ay sonra da, babamla sergi açtık. Tabii galeri falan yok, sanatseverler kulübünde açtık, yerin altında bir yer... Tabii yurtdışını gördükten sonra kafama yerleşmişti; ya yurtdışında yapacaksın bu işi ya da yapmayacaksın; ya hep ya hiç! Batı'ya açılmadan ve Batı'yı bilmeden Türkiye'nin bir şey olmasına imkân yok, bunu görüyordum. Paris'te şunu da görmüştüm; yeni sanat merkezi Amerika olacaktı. O yüzden ne yapıp edip Amerika'ya gitmem lazımdı. Ama mali durum müsait değil, bir tek bürokrat olursam gidebilirdim, ben de Dış Ticaret Müsteşarlığı'na girdim. Tabii doktora yapmışsınız, lisan biliyorsunuz, görmüş geçirmişsiniz, özel kalem müdürü yaptılar beni. Derken 1958'de Brüksel'de Dünya Fuarı'nda çok başarılı işler yapınca Türk turizminden sorumlu oldum.
SÜRÜNMEKTEN BETER OLDUM!
- Nasıl bir dönemdi sizin için?
- İstanbul'da üç otel vardı o zaman; Hilton, Park Otel ve Pera Palas. Anadolu'da zaten doğru dürüst otel yok. Nasıl resim yaparak bir şey yaratıyorsanız, ben turizm alanında da bir şeyler yaratmayı istiyordum. Tabii çok seyahat de ettim o sıralarda... Dünyanın, doğanın, medeniyetin ne olduğunu çok daha iyi anladım. Geceleri kafamda hep 'Göreme'yi nasıl tanıtırız?' fikri var, 'bilmem nereye ne yapmalı?' sorusu var. Bunlar için çaba sarf etmeye karar verdim fakat 60 darbesi oldu. Ve ne yazık ki Türkiye'yi çok geri götürdü. Askerler tebrik ediyorlar beni, 'Çok iyi çalışıyorsunuz,' diye... Derken seçimler oldu, ilk görevine dönen memur bendim ama şartım vardı; Kültür ve Turizm Enformasyon müşavirlikleri vardı, 'İstediğim yere gideceğim' dedim. New York en önemlisiydi, kabul ettiler. Biliyorum ki dünyanın sanat merkezi New York olacak...
- Aklınız hâlâ resim yapmakta yani...
- Diplomat olarak New York'tayım ama boyuna resim yapıyorum. İki sene sonra dayanamadım, istifa ettim. O zaman anyayı konyayı anlıyorsun... İki telefonum vardı ikisi de durmazdı akşama kadar, aylarca çalmadı telefon! En iyi arkadaşlarım beni görünce yol değiştirdi, 'Ya borç isterse,' diye.
- Çok mu süründünüz?
- Sürünmekten de beter bir sürünmek! İki gün ekmek alamıyorsunuz, 15 sent verip metroya binemiyor, yürüyorsunuz. Evin bir odasını kiraya veriyorum, öyle idare ediyorum. Bu durumu evden saklıyorsunuz, en önemlisi. Bu epey sürdü böyle...
- Malzemeleri falan nasıl alıyorsunuz?
- Sulu boyalarla gece-gündüz New York tabloları yapıyorum, kolay satılıyor. Zengin dostlarım, resimlerimi alıp eşlerine dostlarına hediye ediyor; öyle geçiniyorum.
İSMİMİ DEĞİŞTİRMEDİM ÇOK PİŞMANIM!
"Amerikalı, çok iyi bir ahbabım 'Başarmak istiyorsan, önce ismini değiştir,' diye nasihat etmişti ama ben şovenist bir Türk olarak dinlemedim onu maalesef. Maalesef diyorum çünkü Doğançay demek her zaman zor oldu. 'Burhan' diye imza attım hep. Onu dinlememek, hayatta yaptığım birkaç hatadan biridir. Anglosakson alfabesinde 'ç' yok. Fransızcada, Rusçada, Japoncada güzel söyleniyor ama İngilizcede hâlâ söyleyemiyorlar adımı; Doganki, Doganke, Dogansi diye gidiyor..."

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.