Pazar 08.08.2010

En iyi yerli yemek blogları

Türkiye'de giderek yaygınlaşan yemek blogları, yemek kitaplarını tahtlarından etmeye aday. Bloglar hem en taze ve organik yiyeceklerin nerede bulunabileceği hem de en lezzetli yemek mekânları konusunda okuyucularını yönlendiriyor

Daha çok kız çocuklarının merakıydı günlük tutmak. Erkekler içlerinden geçeni birbirlerine anlatabildiklerinden olsa gerek, ben de, erkek arkadaşlarım da günlük tutmazdık. Ama çoğu kız arkadaşlarımızın günlükleri olduğunu bilirdik. Bu küçük defterlere günün kısa özetini not alırlar, hiç kimseye açamadıkları düşüncelerini, sorunlarını aktarırlardı. Bu sadece ortaokul, lise öğrencilerine özgü bir alışkanlık da değildi. Eski Romalılar da 'commentarii' adı verilen günlüklerde işyerlerinde olup bitenleri, ileride geri dönülüp bakılabilsin diye yazıya dökerlerdi. 19. yüzyılın ortalarına doğru, günlükler, edebi değeri ve içeriği bakımından çoğalmaya, yaygınlaşmaya ve yazarlarının iç dünyasını yoğun duygularla yansıtmaya başladı. Derken bundan yedi-sekiz yıl kadar önce §internetin yaygınlaşmasıyla birlikte internet günlükleri, 'bloglar' doğdu. Artık herkes kendi ilgi alanında günlük tutabiliyor, bunu fotoğraf ve videolarla destekleyerek siber uzaya gönderiyor. O dili bilen ve benzer ilgi alanına sahip kişiler de, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, arama motorlarından ulaştıkları bu blogları takip ediyor. Julie & Julia adlı filmi izleme fırsatını bulanlar yemek blogu tutmanın nasıl ciddi bir iş olduğunu görmüşlerdir. Filmde, Julia Child diplomat olan eşinin 1948 yılında atandığı Paris'te yemek yemek kadar pişirmenin de zevkli olduğunu keşfeder. Nihayet Amerikalılar için bir Fransız yemekleri kitabı hazırlar. 2002 yılında ise Julie Powell adlı işini hiç sevmeyen bir başka kadın kocasının da yüreklendirmesiyle bir yıl sürecek bir projeye girişir. Julia Child'in yıllar önce basılmış yemek kitabındaki 500'ü aşkın tarifin hepsini deneyecek, pişirdiklerini de 356 gün boyunca blog'unda anlatacaktır. Julie Powel'in sadece kendini kanıtlamak üzere yazdıkları giderek geniş bir okur kitlesine ulaşır, hatta en çok izlenen bloglar arasına girer. Ben de bir süredir yemeklerle ilgili blogları takip ediyorum. Bunlar arasında, sanki ardında geniş kadrolu bir yayın grubu varmışçasına, son derece kaliteli, özgün bloglara hayranlık duyuyorum. Bugün bunlardan bazılarını sizlerle de paylaşmak istiyorum.
istanbuleats.com
Bir başka hayranlık duyduğum internet yazarı Yigal Schleifer adlı bir meslektaşım. 12 yıldır İstanbul'un yeme içme dünyasının içinde. Serbest muhabir olarak çeşitli yabancı gazeteler için haber hazırlıyor. Ayrıca 'Istanbul Calling' adlı bir de haber blogu var. Ama beni ilgilendiren yanı onun 'Istanbul Eats' adlı Türkiye'nin yeme içme dünyasına odaklanan blogu. Onun cesurca kaleme aldığı yazılarını tebessümle okuyorum. Geçtiğimiz günlerde blogundaki yazıları Istanbul Eats adıyla kitaplaştırıldı ve Boyut Yayınları'ndan piyasaya çıktı. Örneğin son yazısında ruhsatsız yiyecek ürünleri satıcılarının Beyoğlu ve Fatih ilçelerinde barındırılmayacağını duyurduktan sonra, seyyar satıcılarının da sadece simit, kestane ve mısır satmalarına izin verildiğini söylüyor Schleifer. Aslında simit ve kestaneyle karşı olmadığını ama tattığı sokak mısırlarının ancak atların damak zevkine göre olduklarını ekliyor, ruhsatsız satıcıların ise ruhsatlı meslektaşlarına göre çok daha özenli olduklarını vurguluyor. İinden geldiği gibi yazan bir yemek kültürü yazarı Schleifer. Ne yazık ki blogu İngilizce; keşke Türkçe çevirisi de yapılabilse.
pembedomates.blogspot.com
İlk tanıştığım bloglardan biri 'Pembe Domates Ağı' idi. Genleriyle oynanmış, tatsız, kokusuz domateslere mahkûm olduğumuz bugünlerde pembe domateslere gönül vermiş kişilerin ortak blogunu okudukça, damağımda bu nefis domatesin zarif lezzetini, aromalarını hissettim. Pembe domates grubunun kendi aralarında yaptıkları tohum alışverişine, bu meyveleri organik koşullarda yetiştirmek için gerekli doğal yöntemler hakkında bilgi ve deneyim paylaşımına hayranlık duydum. Önce blogu sayesinde tanıştığım pembe domatesler artık favorim. Organik pazarlarda bulabildikçe alıyor, çocukluğumun incecik kabuklu, neredeyse çekirdeksiz ve sulu o nefis domatesleri mütevazı soframı bir ziyafet ortamına dönüştürüyor.
cafefernando.com/turkce/
Cafe Fernando adlı blogdan şikâyetçiyim; okurken tükürük bezlerim fazla mesai yapıyor, yutkunmaktan bir hal oluyorum. Bu yazıyı yazmadan önce son buluşu bir tür pastırmalı yumurtaydı. Ama ne yumurta! Muffin kabına çemenleri temizlenmiş pastırmaları kase şeklini alacak biçimde döşeyip, pastırmalar kıtırlaşıncaya kadar sıcak fırında bekletmiş. Ardından üzerlerine birer kaşık taze domates sosu yaymış ve bu pastırmadan oluşan kaselere özenle birer yumurta kırmış. Fırında akı katılaşmaya başladığında yumurtaların kenarına birer kaşık daha domates sosu ekleyip fırında beş-altı dakika tutmuş. Çıkar çıkmaz da üzerine beyaz peynir rendelemiş. Akıllara ziyan bir yemek! Cafe Fernando blogunun yaratıcısı Cenk Sönmezsoy yemek yapmaya meraklı, fotoğrafçı, reklamcı, metin yazarı, yani iyi bir blog oluşturmak için gerekli altyapıya sahip 32 yaşında bir genç. Uzun yıllar San Fransisco'da bulunmuş. Blogu hem İngilizce hem de Türkçe. Bu sayede dünyada da tanınıyor. Nitekim İngiliz The Times gazetesi Sönmezsoy'un Cafe Fernando blogunu dünyanın en iyi 50 yemek blogu listesine almış. Saveur ve Gourmet dergilerinin de en beğendiği bloglar arasında. İyi bir iş çıkarmak için kalabalık bir kadroya büyük yatırımlara gerek olmadığını en iyi şekilde ortaya koyan bir yemek blogu Cafe Fernando. Cenk Sönmezsoy bu işi çok iyi yapıyor.
www.muratbozok.com
İngiltere'de Gordon Ramsey'in Michelin yıldızlı restoranlarında sous chef olarak yıllarca çalıştıktan sonra geçen yıl Türkiye'ye dönüp, Taksim'de Mimolet adlı bir restoran açan Murat Bozok'un blogunun da tiryakisiyim. Burada Bozok kendi meslek deneyimlerini akıcı bir dille anlatıyor, okuduğu yemek kültürü hakkında yazılmış kitapları tanıtıyor, kendisine yöneltilen soruları yanıtlıyor. Örneğin geçenlerde Bozok'un blogunda okuduğum şu cümleleri, son zamanlarda aşçılık mesleğine heves eden gençlere, kulaklarına küpe olması için iletmek istiyorum: "Aşçılık mesleğinin iyi bir kariyer olup olmadığı çok sık soruluyor. Gerçekten seviyorsanız, aşçı olmanızı tavsiye ederim. Aksi halde uzak durun. Çok nadiren büyük paraların kazanıldığı bir meslek. Her zaman söylediğim gibi oldukça antisosyal bir iş. Aile ve arkadaş düzeninizi yok edecek bir meslek. Ama sevdiğiniz takdirde de, o adranelin insanı bir daha kolay kolay bırakmıyor. Ben şahsen başka bir iş yapmak istemezdim." Bozok'un blogunda önerdiği Paris ve Londra'daki iki restorana gittim. Her ikisinden de çok mutlu ayrıldım. Geçenlerde yeni piyasaya çıkmış fırın ile ızgara arası bir teknoloji harikasından söz etmiş. Etin doğal aromalarını ve suyunu tümüyle koruyan bir fırınmış bu. Tek kusuru şimdilik 18 bin sterline satılmasıymış! Eğer siz de benim gibi mutfak sanatına, kültürüne ve teknolojisine meraklıysanız, Murat Bozok'u izlemenizde yarar var.
harbiyiyorum.blogspot.com
Harbi yiyorum.com da bir yemek blogu. Blogun sahibini öğrenemedim. Ama o kendisini 'halk gurmesi' olarak tanıtıyor. Doğrusu yeme içme konularıyla uğraşan biri olarak onun el attığı alanlardaki derinliğine araştırmalarına şapka çıkardım. Şöyle ki; bu arkadaş son yazısında, "Maltepe'de ciğer nerede yenir?" diye çok önemli bir soru yöneltiyor ve tabii ki hemen yanıtını da veriyor: "Canım Ciğerim, Ciğerci Hulusi, Ciğerimin Köşesi....Bu üç mekan Mersin usülü ciğeri İstanbullular ile tanıştıran güzide ciğercilerimiz. Hepsine teşekkürü bir borç biliriz. Henüz Canım Ciğerim'i yazmadık ama onun da vakti sırası gelecek elbet. Ciğerimin Köşesi'nin Beyoğlu'nda da şubesi var ama bir bölgeye bir yer yazdığımız için Maltepe'deki Ciğerimin Köşesi'ni yazmak bize daha anlamlı geldi. Zira Maltepe'de başka ciğerci de yok zaten!" Bundan sonra sıra, ciğerin, nar ekşili ezmenin ballandıra ballandıra anlatılmasına geliyor. Yazının sonunda 'Bunlar da ilginizi çekebilir' başlığı altında, "Gaziantep'te, Kadıköy'de, İstanbul Anadolu yakasında en iyi ciğerin nerede yendiği konusunda da tüyolar veriliyor. Bir başka derin yemek konusu da menemen. 'Halk gurmesi' Beyoğlu'nda en iyi menemenin nerede yeneceğini de anlatıyor. Öyle bir anlatıyor ki okurken ağzınızın sulanmaması mümkün değil. Açıkçası 'Harbi Yiyorum' blogu yemek kültürü yazıları arasında çok önemli bir yeri dolduruyor. Halk gurmesinin ellerine sağlık!.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.