Son Güncelleme: Cumartesi 09.06.2012
İkisi bir arada
Tüm hayatını yazıp çizerek geçiren Hilmi Yavuz, bu kez iki kitapla birden okuyucunun karşısına çıktı. Yavuz, Avrupa'nın Zihin Tarihi ve Şairin Zihin Tarihi adlı kitaplarının yanı sıra sanata, Müslüman burjuvaziye ve hayata bakışını da anlattı
İLK İŞİM BİR ŞİİR KİTABI YAYIMLAMAK OLACAK
Yavuz'un zaman geçtikçe 'memleketi' özlediği nasıl da belli: "Bana kalsa daha da yazarım. Yağmurlu Fatih gecelerini. Beyazıt'ta bir lokantada içilen biraları. Yolları ve anıları. Eski zaman aşklarını. Dostumuz Faik Baysal acaba yine sigara dumanlarıyla ılıklaşmış gürültülü kahvelerde demli çaylar ve askıda yavaş yavaş kuruyan yağmurlu paltoların arasında iğrilmiş, oturup yazıyor mudur? Çifte Kumrular Sokağı'na çıkan yeni asfaltın köşesinde yükselen büyük yapıların önünde, o köşe başında bir gün olur, durur yine uzun uzun konuşur muyuz? Bana yine tıpkı Paris'te son gördüğün Tempete sur Washington filmini anlattığın gibi yeni filmleri, aydınlık lacivert bir ilk yaz gecesinde, Tepebaşı'ndan Unkapanı'na doğru inerken anlatır mısın? Aradan uzun günler geçmesine karşın, seni sanki biraz önce olmuşçasına taşkın, kararsız ve kesik kesik yüreklendiren bir anıyı, sözgelimi Vatan'ın tavan arasında geçmiş ya da şimdi Ahmet İhsan'ın daracık ve yumru yumru merdivenlerinden çıkan birini. Bir askeri tıbbiyeliyi, Ankara'da içkili bir geceyi... Yine anlatır mısın? Bir gün, Fatih'le Saraçhane arasında, ya da Edirnekapı'ya kadar, yine ağaçlar olacak. Ama hep vardılar onlar, değil mi Oktay Ağabey." Ve Yavuz'un henüz dönmeden, döndükten sonra yapacaklarını anlattığı şu satırlar, bugünden bakınca çok manidar: "Biliyor musun, Türkiye'ye dönmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. İlk işim bir şiir kitabı yayımlamak olacak, diyorum kendi kendime. 15 yıldan beri hep özlemini duyarım, düşlerime girer bir şiir kitabı yayımlamak isteği. Sonra, çevirmeyi tasarladığım kitapları sıraya koyuyorum. Yazmayı tasarladığım yazıların taslaklarını çiziyorum kafamda. Gerçekleştirebilir miyim, bilemem. Olmuyor ki ha deyince..." 'Madem öyle' diyoruz, söze İngiltere'den giriyoruz.
- İngiltere'de felsefe okumak Hilmi Yavuz'u nasıl etkiledi?
- Doğrusu, hiçbir zaman bana verili olanla yetinmeme gibi bir merakım vardı. Daha ötesini, daha fazlasını, daha arkasını arar; daha derine inmeye, daha indirgenemez olanı bulmaya çalışırdım. En 'temel koyucu' kavramlara ulaşmak... Böylesi bir entelektüel merak ve ilgi, bir felsefi bilgiye dönüşmeliydi. İngiliz analitik ya da ampirik düşüncesinin bana sağladığı akıl yürütme imkanları, benim başından beri sahip olduğum merakı, felsefi bilgiye dönüştürmeme yardımcı oldu.
- Türkiye'de olmayıp da İngiltere'de olan neydi?
- O zamanlar Türkiye tam bir entelektüel çöldü. Aradığımız ve okumak istediğimiz kitapları bulamazdık. Başlangıçta dünyayı kavramak için Marksizm'den başka araç olmadığını düşünmüştük. Marksizm'i de teori kitaplarından değil, edebiyattan öğrendik. Gorkiler, Istratiler, Steinbeckler filan... Bu yüzden Marksizm'i her şeyden önce bir duyarlılık, vicdan ve ahlak meselesi olarak görmüştük. Marksisttik ama teorisini bilmezdik ki.
- İngiltere'de bu algınız değişti mi?
- Gittiğimde Marksisttim ama orada iki şeyi gördüm. Birincisi: Bu işin kuralının öğrenilmesi mümkündü. İkincisi: Marksizm'le yetinmemek gerekiyordu. Zaten, Sait Faik'in sözüyle söylecek olursak benim zihnim, 'oturmaz bir zihindir.' Bir yerde de dur be kardeşim. Ama oturmuyor, buradan bir yere, oradan da başka bir yere gidiyor. Benimkisi git-gel bir zihindir; olumlu anlamda söylüyorum.
İNGİLİZLER DİNİMİ BENDEN İYİ BİLİYORDU
- Nerelere gelip gitti bu durmak bilmez zihniniz?
- Önce Marksizm. Sonra 'dil'in çok önemli bir mesele olduğunu kavradım. Dil felsefesi ve Wittgenstein'a doğru bir yolculuk. Orada da durmadı. Çevremdeki İngilizler kendi tarihleri konusunda benim kendi tarihim hakkında olduğumdan daha bilgiliydiler. Hatta doktora filan yapanları, benim tarihimi, dinimi, Osmanlı toplum yapısını benden daha iyi biliyordu.
- Halbuki dindar bir ailede büyüdünüz.
- Evet. Belli bir dini bilgim ve duyarlılığım vardı. Çocukluğumun odaları hep Kuran sesleriyle doludur. Yine de çok bilgili olmadığımı gördüm ve bundan müthiş utanç duydum. 1966'da yazdığım bir yazıda 'Kant'ı, Descartes'ı, Wittgenstein'ı bülbül gibi bilen birinin Naima Tarihi'nden hatta İbn Arabi'den haberdar olmaması sizi bilmem ama benim yüzümü kızartıyor,' dedim.
- Ne yaptınız?
- Dolayısıyla İslam'a yöneldim. Özellikle tasavvuf beni çok ilgilendirdi. Şiirle tasavvuf arasındaki bağlantıyı daha da derinlere giderek, Yunus, Aziz Mahmud Hüdai, Niyazi Mısri başta olmak üzere yeniden değerlendirdim.
- Artık duruldunuz mu?
- Nerde! Halen de zihnim bir yerde durmaz. Bir ara iki yıl boyunca sadece Freud okumaları yaptım. Bir ara da antropolojiyle ilgilendim. Avrupa'nın Zihin Tarihi kitabında bunun izlerini görebilirsiniz.
DİYALEKTİĞİ BIRAKIN, ANALİTİK BAKIN
- Kitabınızda 'Eski Yunan'da Sanatçının Durumu' diye bir başlık var. Bugünküyle karşılaştıracak olursak ne dersiniz?
- Eski Yunan'da sanatçının enteresan bir durumu var. Yaptığı iş, ortaya koyduğu yapıt önemseniyor ama kendisi katiyen adam yerine konmuyor. El emeğiyle zihin emeği arasına, dolayısıyla sanatçı ile sanatı arasına kalın bir çizgi çizilmiş. Bugün bu ayrım çok silik. Sanatçının kendisi de tıpkı ürettiği ürün gibi metalaşma eğiliminde. Sanatçı da alınıp satılabilen bir meta muamelesi görmeye başladı. Onun da reklamı, pazarlaması, promosyonu yapılıyor; o da kendisini şu ya da bu biçimde 'piyasalamaya' çalışıyor. Oysa Eski Yunan'daki gibi olmasa da ürünü üreticiden ayırmak gerekir.
- Trajediyi bir 'değerler çatışması' olarak tanımlamışsınız. Bir değerin mutlak surette diğerine tercih edilmesi ve sonunda mutsuzluk... Hayatınızın bir trajedisi var mı?
- Aslında hiç düşünmedim bu soru üzerinde. Retrospektif olarak bakıyorum da... Sanki böyle bir şey olmadı.
- Hiç nedamet getirmediniz, pişman olmadınız mı?
- Nadim olduğum birkaç şey var hayatta. Çok özel şeyler; istersen onlara hiç girmeyelim.
- Türkiye Cumhuriyeti açısından bakarsak durum nedir?
- Cumhuriyet Türkiyesi'nin bir trajedisi varsa; o da bunun bir trajedi olarak kavranmaması gerektiğini kavramamış olmasıdır.
- Neyin?
- Ya Doğu'yu ya da Batı'yı; ya gelenekseli ya da moderni seçmek gibi bir zorunluluk karşısında kalmak. Böyle olduğunu düşünmek. Ben buna Tanpınar Sendromu diyorum.
- Sentezci yaklaşımlar da buradan mı çıkıyor?
- Evet! Bir sentez lafıdır tutturulmuş gidiyor. Böyle bir sentez olamaz. Doğu'yla Batı, geleneksel olanla modern olan arasında mantıksal olarak iki olasılık söz konusudur. Bunlardan birincisi 'ya-ya da' dır. Yani ya Doğu ya da Batı. İkinci olasılık 've' dir. Yani Doğu ve Batı. 'Ya o ya da öteki' derseniz kendinizi biriyle sınırlandırıp diğerini dışlamış olursunuz; oysa 've' demek her ikisinin de birlikteliğini mümkün kılar. Bırakın sentezi. Diyalektiği bırakın. Analitik mantıkla düşünün. Ben öyle yaptım. Hep 've' dedim.
- Böyle yapmanızın bir yararını gördünüz mü?
- Ne sağcılara yarandım ne solculara. Böyle bir çabam da olmadı zaten.
- Yahya Kemal'in deist olduğunu iddia eden yazılar yazmıştınız ve çok tartışılmıştı. Sizin durumunuz nedir?
- Ben deist de değilim ateist de. Asla! Kendimi bir Müslüman olarak görüyorum. Allah'a da inanıyorum; onun peygamber ve Resul'üne de.
EN SON HABERLER
- 1 Kuruluş Osman’ın Ulcay’ı Ümit Kantarcılar’dan samimi açıklamalar! “Dizi ve sinema sektöründeki başarımız tesadüf değil”
- 2 Dünya çatışıyor ABD kazanıyor
- 3 Türklerin Lahey’deki hayatı: Gurbet, gözyaşı ve umut
- 4 Bu turun farkı kadınlar
- 5 Sessiz lüksün sembolü
- 6 Düşünceleriniz hayatınızı yönlendiriyor
- 7 Atalarının mirasını fotoğrafta yaşatıyor... Adıyamanlı kadınların kültürel mirası: Kofi
- 8 Osmanlı alimlerinin 150 yıllık kayıp hikayesi
- 9 Başkasına yardım derken kendini unutma
- 10 Moda, kadın sporcuların peşinde