86 yıllık çınar İstanbul'a veda etti
Anadolu'dan manzaralara yer verdiği resimleriyle tanınan gazeteci ressam Fikret Otyam'ın yeni sergisi 'Hoşçakal İstanbul' açıldı. Otyam, sergilerden yorulduğunu söylese de "Resim benim ilacım, asla vazgeçemem," diyor
- Bu serginizin adı niçin 'Hoşçakal İstanbul'?
- İlk sergimi 60 yıl önce açtığımda eski adıyla İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisiydim. 1952'de İstanbul postanesinin arkasında bir matbaa vardı. Taş baskı matbaası eskiden her şey orada yapılırdı. Oradaki usta taş hazırladı bana, bir de terlemesin diye elimin altına kâğıt koydu. Kafamda köylü kadınları vardı. Anadoluluyum ben, Aksaraylıyım. O yüzden aklımda buğday başakları, köylü kadınları vardı. Başladım buğday başaklarını yapmaya. Orada 10-15 tane taş baskı yaptım. Sergi Adalet Cimcoz'un Maya Sanat Galerisi'nde açıldı. Büyük bir ilgi topladı. İlk sergim buydu. Şimdi bu sergi Çırağan'daki üçüncü sergim... Biraz da İstanbul'a veda bu... 1952'de başladım, resimleri sandıklara koyardım kırılmasın diye, kargoculara yalvarırdım zarar görmesin diye... Ama artık biraz yoruldum. Bu yüzden serginin adı 'Hoşçakal İstanbul' ama resme veda ediyorum anlamına gelmiyor bu. Resim benim doktorum gibi. Yaşayamam resim olmadan. Yazı yazmadan da yaşayamam, bir de rakı olmadan...
BORÇ PARAYLA HABERE GİTTİM
- Bu serginin önemi nedir sizin için?
- Çırağan'da açtığım üçüncü sergi olması bakımından önemli. İlk defa burada, yıllardan beri eşim Filiz Otyam olmadan bir sergi açıyorum, bu önemli. Kendisi katılmadı, ben daha fazla resim koyayım diye.
- Eşinizle ne zaman nasıl tanıştınız, tam olarak kaç yıldır berabersiniz?
- 1977'den beri beraberiz. Sergime gelmişti, candan, sevecen biriydi. Amerika'da mimarlık okumuş. Tablolar bizi birleştirdi, yıllardan beri de ayrılmadık.
- Resimle beraber yıllarca gazeteciliği de yürüttünüz. Cumhuriyet, Dünya gazetelerinde çalıştınız. Nasıl başladınız gazeteciliğe?
- Gazeteciliğe öğrenciyken başladım. Cumhuriyet'e girmek falan nerede... Son Saat gazetesinde bir tanıdığım vardı, gidip geliyordum. Adliye muhabiri kovuldu, bana döndüler 'Adliye polis muhabirisin,' dediler. İki buçuk yıl burnuma kan koktu. İstanbul'un bambaşka bir yönünü tanıdım ki anlatamam. Oradan Dünya gazetesine geçtim. Dünya da o zaman Cumhuriyet'ten sonra en güzel gazete. 1953'te girdim, 1956'da asker oldum, ayrıldım. Ama ayrılmadan önce Dünya gazetesinde rahmetli Falih Rıfkı Atay beni 45 gün Anadolu'ya gönderdi. Allah'ını seven tutmasın... Alevilere, Bektaşilere çocukluğumdan beri düşkünlüğüm vardı, onlarla konuştum, köylere gittim, halkı gördüm aç susuz üstü başı paramparça 30 metreden su çeken kadınları gördüm. Gide Gide Anadolu röportajlarım ilk defa Dünya'da çıktı. Büyük bir ilgi topladı. Oradan Cumhuriyet'e geçtim. Ankara muhabiri olmak istedim. Ankara haber kaynıyordu. Sonra radyo programları da yaptım, 'Ey bu ülkeyi idare edenler bu halkın üstüne kılıçla gidin ama sevgi kılıcıyla yoksa haritamızın bayrağımızın şekli değişir,' dedim. Bugün baktığımda bunun hâlâ geçerli olduğunu görüyorum.
- En keyifli döneminiz hangisiydi?
- En güzel yıllarım Cumhuriyet'te oldu. Gece bir haber duyuyordum. Gazetenin aşağısında bir şekerci var, ondan borç alıp Erzurum'a gidiyorum. Not bırakırdım arkamda 'Şuraya gidiyorum,' diye, kimse de bir şey demezdi. Para yetmezdi, arardım, gönderirlerdi. Hayatımın en güzel röportajlarını yaptım.
- Şimdi geriye dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz?
- Fotoğraf öğrettiğim çok öğrencim oldu. Bir de geçenlerde Gide Gide diye benim başlığımla öğrenciler kitap yapmış. Bunlar beni çok mutlu ediyor.
ABDİ İPEKÇİ'YE ÇOK AĞLADIM
Fikret Otyam uzun basın hayatında unutamadığı pek çok olaya şahitlik etmiş. Hiç unutmadıklarından biri de Abdi İpekçi'nin vurulması, "Saygıyla anıyorum Abdi İpekçi canım ciğerimdir. TBMM'den geldim, Ankara temsilcisi Kemal Haydar ağlıyor. 'Kemal Abi ne oldu?' dedim. 'Abdi'yi vurdular,' dedi. 'Yarası ağır mı?' dedim. 'Ölmüş,' deyince, ben de başladım ağlamaya. Eve gittim, kapının önünde bir sürü adam. Meğer beni yakın korumaya almışlar. Cumhuriyet gazetesinin sevilen yazarıyım. Kapının önüne masa çektim, termos kahve, battaniye. Derken onlara Aziz Nesin'in kitaplarını vermeye başladım okusunlar diye. 'Yemek yapıyoruz, koktu,' diye onlara da veriyoruz falan. En sonunda dayanamadım, 'Kennedy'yi vurdular yahu ben ne yapayım?' dedim, tabanca istedim, verdiler, polisleri böylece gönderdim."
EN SON HABERLER
- 1 Ülkeler, TikTok’a karşı harekete geçti
- 2 Hep mutlu olmak zorunda değiliz
- 3 Sevgiliye ulaşmak için ses ve söze ihtiyaç var
- 4 Bu okullarda anne-baba adayları eğitiliyor
- 5 Boğaz’da kürek keyfi kabus olmasın
- 6 Aykırı bir ikon
- 7 Evde akıllı cihazlara yer açın güvenliği de ihmal etmeyin
- 8 Kuruluş Osman’ın Ulcay’ı Ümit Kantarcılar’dan samimi açıklamalar! “Dizi ve sinema sektöründeki başarımız tesadüf değil”
- 9 Dünya çatışıyor ABD kazanıyor
- 10 Türklerin Lahey’deki hayatı: Gurbet, gözyaşı ve umut