Türk gastronomi sahnesi renklenecek
Sağlam aşçılık eğitimi almış, yurtdışında çok iyi mutfaklarda çalışmış Türk aşçılar ülkemize dönmeye başladılar ve belli başlı restoranların mutfaklarının başına geçtiler. Bu aşçılar kendi imzalarını taşıyan ve felsefelerini yansıtan iyi yemekler yapmanın peşindeler
SAĞLIKLI YAŞAM MODALARI
Aşçıların tek bir hedefi vardı; tüm meslek yaşamları boyunca ustalarının kendilerine öğrettikleri yemekleri değiştirmeden, aslına sadık kalarak pişirmek ve kendilerinden sonra bu işi devralacak genç aşçılara da bunları öğretmek. Dolayısıyla Osmanlı mutfağına baktığımızda kimi yemeklerin devletin kuruluşundan, hatta daha eski dönemlerden beri değişmeden varlığını koruduğunu görüyoruz. Domates gibi yeni katılan tek tük malzeme bir yana bırakılırsa, 20. yüzyılın ikinci yarısına dek mutfak kültürümüz geleneksel yapısını korudu. Bu dönemden sonra medyanın çeşitlenmesi, ulaşım ve iletişim olanaklarındaki patlama sonucu ortaya çıkan küreselleşme artık kimseyi eskisi gibi dar çevresinde geleneklerine sıkı sıkıya sarılarak yaşayamaz hale getirdi. Dünyada da geleneksel mutfakların tahtı sallanmaktaydı. Örneğin ağır sosları, bol tereyağlı yemekleriyle geleneksel Fransız mutfağı demode oldu. Yemeklerin fazla pişirilmediği, sebze ağırlıklı Uzakdoğu yemeklerinin yıldızı parladı. Asıl önemlisi, şefler artık ustalarından öğrendikleri ve yaşam boyu tekrarladıkları yemeklerle değil, kendi yarattıklarıyla ünleniyorlardı. Doğal olarak çağdaş aşçıların eğitimi de değişmişti. Temel mutfak öğreniminin ardından mesleğinde iddia sahibi olmak isteyen bir aşçı mümkün olduğu kadar çok sayıda ustanın yanında çalışarak farklı mutfakları tanıyordu. Birçok farklı yemek kültürü, değişik malzeme ve teknikleri öğrenen yeni şefler zanaatkâr olmaktan çıkıyor, sanatçı düzeyine ulaşmak için gerekli altyapıya sahip oluyordu. Mesleğin bütün inceliklerine hakim olan bu şeflerden artık kendi felsefelerini yemeklerine yansıtmaları bekleniyordu ve tüm çağdaş sanat dallarında olduğu gibi yeni yemek sanatında da ustaların kendinden öncekileri kopya etmek değil, özgün yapıtlar ortaya çıkarmaları bekleniyordu. İşte ünlü Michelin yıldızları bu nitelikleri mükemmel biçimde sergileyen şeflere, restoranlara veriliyor. Batıda bu gelişmeler sürerken bizde hâlâ aşçılar ustalarından öğrendiklerini tekrarlamaya devam etmekteydiler. Altyapısı yetersiz, iş deneyiminden yoksun genç aşçılar mezun olur olmaz yabancı meslektaşlarına özeniyor, "Yeni Türk Mutfağı'nı ben yaratıyorum,'' havasında yerli ve yabancı malzemeleri eklektik biçimde tabakta göze güzel görünecek biçimde yan yana getiriyorlardı. Ve buna da füzyon deniyordu. Henüz mesleklerinde ustalaşmayanların "Ben yaptım oldu," tavrıyla ortaya koydukları bu yemekler damak tadı gelişmiş kişilere itici geldi. Nihayet sağlam bir temel aşçılık eğitimi almış, yurtdışında birçok ülkede, çok iyi mutfaklarda çalışmış Türk aşçılar birer ikişer ülkemize dönmeye başladılar ve belli başlı restoranların mutfaklarının başına geçtiler. Bunların "Yeni Türk mutfağını biz yaratırız," gibi bir iddiaları yok. Onlar sadece dünyadaki diğer meslektaşlarından beklenen, kendi imzalarını taşıyan ve felsefelerini yansıtan iyi yemekler yapmanın peşindeler. Aşınmış, yıpranmış, özünden uzaklaşmış füzyon mutfağı kavramından hoşlanmıyorum. Ama eğer kullanılacaksa, dünyayı, birçok ülkenin malzemelerini ve tekniklerini tanıyan bu şeflerimizin yemekleri için kullanılmalı. Ben yine de değişik ülkelerin mutfak özelliklerini buluşturan bu kaliteli yemeklerin Mehmet Gürs'ün, Mehmet Gök'ün, Ali Karaduman'ın, Murat Bozok ve diğer meslektaşlarının yemeği olarak anılmasından yanayım. Kuşkusuz onlarla birlikte Türk gastronomi sahnesi kısa sürede çok daha renklenecek. Ancak bu, kesinlikle geleneksel yemeklerimizi küçümsediğim anlamına gelmiyor. Tersine, bizi birbirimize bağlayan bu kusursuz ortak kültür yozlaştırılmadan bizden sonraki kuşaklara aktarılmalı.