Ancak bu projeyi asıl ilginç kılan, senaryo ekibinde Çatlı'nın ailesinin de bulunması. Meral Çatlı, Gökçen Çatlı ve Selcen Çatlı'nın da kalemiyle katkı sunduğu film, bir biyografi mi olacak yoksa belirli bir anlatıyı öne çıkaran bir kurgu mu?
Hikayenin hangi perspektiften ele alınacağı merak konusu. Çatlı, devletin gizli operasyonlarında rol alan bir figür mü, yoksa organize suç dünyasının içinde kaybolan bir aktör olarak mı yansıtılacak?
Öğrendiğime göre filmin mottosu, 'Beni benden öğrenin' olacak. Senaryo sürecinde herkes neyin nerede olduğunu biliyor ama nasıl ve hangi şartlar altında olduğunu bilmiyor. Yani derin bir film geliyor. Ağustosta çekimleri başlayacak film, efsane The Godfather gibi bir üçleme olacak.
Susurluk kazasının ardında yatan karanlık ilişkileri gerçekten aydınlatabilecek mi, yoksa zaten bildiğimiz hikayeleri yeni bir estetize edilmiş sunumla mı izleyeceğiz? Yanıtları almak için filmi beklemekten başka çaremiz yok. Ancak belli olan bir şey var: Abdullah Çatlı filmi, vizyona girmeden bile tartışma yaratmaya başladı. Sizce, bu yapım sinema salonlarında gerçekleri mi konuşacak, yoksa bambaşka bir hikayeyi mi izletecek? Ne yalan söyleyeyim ben bu filmi çok merak ediyorum.
SANATIN KRİZİ Mİ, ELEŞTİRMENLERİN ORTA YAŞ BUNALIMI MI?
Eleştirmenlik mesleği yaş aldı. Kendi kabuğuna çekildi. Hatta zaman zaman nostaljik bir hüznün içinde kayboldu. Eskinin ustaları hâlâ okunuyor, referans alınıyor ama yeni seslere ne kadar yer açıyoruz? Eleştirmenlerin tiyatrodan sinemaya, çağdaş sanattan edebiyata bakış açıları değişti mi, yoksa sadece değişmiş gibi mi yapıyorlar?
Eskiden eleştirmen, bir sanat eserine dair yol gösteren, tartışma açan, eserin iyi ve kötü yönlerini ustalıkla analiz eden kişiydi. Şimdi ise eleştirinin kendisi de eleştirilir hale geldi. Yeni bir tiyatro oyunu sahnelendiğinde, bir film vizyona girdiğinde ya da bir bienal açıldığında okuduğumuz yorumlar birbirinin kopyası gibi. Dönüp dolaşıp aynı referanslar, aynı analizler, aynı "eskinin tadı yok" yakınmaları… Önceden sanata yön veren, yapıcı ama sert analizlerle sanatçıyı da, izleyiciyi de düşünmeye sevk eden eleştiriler vardı. Bugün ise "aman kimseyi üzmeyelim" kaygısıyla yazılmış, yuvarlak cümleler içinde kaybolan metinler görüyoruz. Son zamanlarda, özellikle Batı'daki eleştirmenler arasında yaygınlaşan bir şikayet var: Sanat artık eskisi gibi değil.
Bu argümanı savunanlar, günümüz sanat dünyasının durağanlaştığını, yeni fikirlerin tükendiğini ve estetik anlamda bir gerileme yaşandığını söylüyor. Ancak, tüm bunlar bize gerçekten sanatın kalitesinin düştüğünü mü gösteriyor, yoksa yalnızca eleştirmenlerin dünyaya eski gözlüklerle bakma ısrarı mı? Mesele şu ki, eleştirmenler yorgun düştüğünde, bu doğal döngüyü bir kriz olarak okumaya başlıyor. "Sanat artık heyecan vermiyor" demek kolay. Ama bu, eleştirmenlerinin sıklıkla düştüğü bir nostalji tuzağıdır. Manhattan Art Review'da sert eleştirileriyle dikkat çeken Sean Tatol, 2023 boyunca sanat eleştirisinin temel meselelerini tartışmaya açtı.
The New York Times'ın eleştirmeni Jason Farago, estetik stilin artık ilerlemediğini ve belki de 'son 500 yılın en az yenilikçi sanat çağında' yaşadığımızı iddia etti. Tüm bu söylemler, sanatın gerçekten çöküşte olduğunu mu gösteriyor, yoksa eleştirmenlerin kendi gençlik yıllarına duydukları özlemi mi? Bugünün sanatçısı da farklı değil: Çevrimiçi platformlar, yapay zeka, koleksiyonerlerin değişen zevkleri, müzelerin yeni politikaları… Sanat dünyasının bu dönüşümleri, belki de eleştirmenleri asıl rahatsız eden, bu değişimlere ayak uyduramamak olabilir mi?