04 Aralık 2012, Salı

Eylül, kırılgan mevsim

Hani Hilmi Yavuz bir şiirinde "Eylül kırılgan mevsim" diye yazar ya… Birincisi, gerçekten de bir ay değil, kısacık fakat başlı başına bir mevsimdir Eylül! İkincisi, yaz tatsız ve tatminsiz anılar bırakıp geçmişse ya da bütün güzelliğiyle ruhunuza damgasını vurup da bitmişse, Eylül kırılganlaşır… Ama yine de güzeldir. Hele İstanbul'da, hele Haliç'i ve Boğaz'ı hükmü altına alan o sapsarı güneşiyle.

Mehmet Rauf'un Eylül romanını hâlâ okuyan var mıdır? Sadece el ele tutuşabilmek için tutuşan âşıklar… Kim okur, kim etkilenir, kim inanır böyle bir aşka günümüzde? Ama nasıl da baş döndürücü bir etkisi vardır Necib ile Suad arasındaki yasak aşkın! İşte bu romanda Mehmet Rauf "tabiatın fütur ayı" der Eylül için… Fütur: Usanç, keder, umutsuzluk. Bence abartmıştır Mehmet Rauf! Çünkü Eylül, güzden çok yazın tortularını saklar içinde. Umutsuzluk henüz uzaktadır.

Dizimax'taki tekrarında yakaladım. Bir Yeni Zelanda dizisi: This Is Not My Life. Sanat yönetimi ve sinema dili çok ilginç. Fakat esas çarpıcı yanı senaryosu… Waimoana diye bir ülke var. Özenle yaratılmış hayatların ülkesi. Pek medeni, pek mutlu insanlar yaşıyor. Çiftler değil kavga, tartışmıyorlar bile! En ufak bir depresyon sapması veya somurtuk yüz semptomu derhâl gözetim altına alınıp "tedavi" ediliyor. Ama bir tuhaflık var. Yoksa mutluluk dediğimiz şey, özgürlüğümü karşılığında değiş tokuş ettiğimiz yapay bir ruh hali mi?.. Yoksa mutluluk peşinde koşanlar eninde sonunda kimliklerini ve kişiliklerini kaybetmeye mahkûmlar mı?... Bu dizi izlenmez mi? İzlenir. Ama yeni bölümlerinin çekimine Eylül'de başlanacakmış.

Yolda Suzanne Vega'yı, evde Korn'un akustik albümünü dinliyorum. Klasik müzik mi? Son zamanlarda Çaykovski'nin Yaylı Çalgılar İçin Serenad'ına (Do majör opus 48) geri döndüm.

Walter Benjamin'in kısa notları, denemeleri: Tek Yön. (YKY) İncelik, duyarlık ve gözlemin entelektüel gücü.

Alaçatı 1005. Sokakta akşamın geç vakti… Asma Yaprağı'nın misafirleri gitmiş. Bardakların henüz kaldırılmadığı masalardan birine kurulup çay ve dondurma eşliğinde sohbet ediyoruz. Bu arada mutfağın sultanı Ayşe toparlanıp evine gidiyor. Ayşe Nur bir yandan yarınki menüyü kafasında planlıyor, bir yandan da Zeynep Boneval'in anlattıklarına gülüyor. Naz biten yaza üzülüyor. Kerem'in aklı Aya Yorgi koyunda. Ezgi sofra örtülerini topluyor. Nesrin bu akşam kanının kaynadığı müşterileri anlatıyor. Sırrı dükkânının önünde portatif iskemlesine çökmüş halis Arjantin tangoları dinliyor. Güzel saatler…

Herkes (ne demekse o!) "kendini sevme"ye çalışıyor! Mümkünse başkaları tarafından da sevilerek… Peki, bir başkasını gerçekten seven var mı? Ne kadar azlar ama varlar. Onlar zamanımızın kahramanları.

İstanbul'u sevmek, konserleri, tiyatro oyunlarını, gösterileri, sergileri sevmek olmalı! Berlin, Londra halt etmiş! Eylül, İstanbul'u sevmeye, İstanbul'la sevişmeye başlamak demek… Ha, unutmadan! 12. İstanbul Bienali'ni ıskalamamak gerekiyor.

Şimdi bu "güzel şeyler"i bitirip bilgisayarımı kapatmalıyım. Çünkü ilgilenmemi bekleyen başka güzel şeyler var karşımda. Mesela bir Mahmut Karatoprak tablosu; ahşap konsolun üzerinde duran kırmızı emayeden küçük güğüm, abajur haline getirilmiş çok sevimli gri mavi bir demlik ve daha neler neler…

15/09/11

SON DAKİKA