Selahattin Yusuf

04 Aralık 2012, Salı

Kesin inançlılık, siyaset, taşra, İzmir...

Bu ülkeyi orasından burasından çekiştire çekiştire hasta etmişlerdi. Koskoca ülkenin ve bin küsur yıllık uygarlığın aklını kendi gündelik kısa akıllarımıza uydurabilmek için eğip bükmekte birbirimizle yarışıyorduk. Benim aklım seninkinden daha kısa diye birbirimize caka satmakla geçiyordu gündelik politik zamanımız. Kordon'da öğle saatleri.

Caddeler, yazın uzatma dakikalarında yorgun. İzmir, sıcaktan ve öğle tenhalığının bunaltıcı sürprizsizliğinden bıkkın, konu eksikliği çeken sıradan bir şehre dönüşmüş. Valizimi arka koltuğa atıp öne oturuyorum. Gideceğim yeri söylüyorum şoföre. El freninin yanında bir "Bugün" rulosu görüyorum. Taksilerde ve bilumum kısa süreli müşteri-ev sahibi ilişkisi rejiminin geçerli olduğu yerlerde sosyal konuşmaların konusu bellidir. Ya futbol ya da siyaset konuşulur, malum. Ben tam Cemaate yakın bir "İzmir-azınlığı" psikolojisiyle karşılaşacağımı sanıyorum tabii. Hatta, şoförün hafif külhani tavırlarına ve jestlerine bakınca, merakım eskilere gidecek, "Eşrefpaşa" günlerine kadar soracağım, muhabbet açacağım diye geçiriyorum içimden. Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Bizi durduran ilk kırmızı ışıkta patlıyor şoför: "Geldiler, doldurdular buraları da kardeşim" diyor burnundan soluyarak, "bu şehir kaldırır mı kardeşim bu kadar insanı?" muhabbetin neresinde olduğumuzu, zihnimdeki bilinen koordinatları gözden geçirerek bulmam fazla vakit almıyor. "Kim?" diyorum ve muhabbet çorap söküğü gibi akmaya başlıyor. "Sözcü"nün, "Yurt"un manşetleri, zaten sıkıcı günün ölmüş heyecanının gözleri önünden bir film şeridi gibi gelip geçmeye başlıyor.

Ben demokrat bir insanım diyor, biraz sıkışınca. "Elinin tersi" hayali bir nefret objesini iteler gibi dikiz aynasına doğru sert bir yarım daire çiziyor. İlk yargım şu oluyor. Bu ve benzeri kavramlar, kendilerine karşıdan bakmayı öğrenememiş insanlar tarafından da kullanılınca ne kadar mat ve sıkıcı oluyor. Muhabbeti nasıl da kilitleyiveriyor birdenbire. Nasıl da hava ve hayat geçirmeyen bir mekanizmaya dönüşüveriyor. Peki, diyorum, dünyanın neresinde demokrat olmak, ülkesinin diğer şehirlerinden ve bölgelerinden gelen insanlara bu kadar cepheden bakmayı gerektiriyor? Bu insanlar başka ülkelerden bile gelselerdi, onları kucaklamak ve sorunlarına yürekten ilgi göstermek gerektirmez miydi, Erdal Bey? Duruyor. Güç topluyor. Kar topluyor. Vites arabayı, bizi ve içindeki muhabbeti daha keskin itilişlerle ileri atmaya başlıyor. Alsancak'ın harika sahiline, Ege'nin müşfik, yumuşak salınışlarla gelip kendini kıyıya bırakışlarına dalıyorum bir süre. Karşıyaka'ya ve Ege göğünün altından daha ilerilere doğru uzanıp kalmış güzel kayıtsızlığına hayret ediyorum onun. "Bunlar" diyor Erdal bey biraz daha bilenmiş; "Dini siyasete soktular, işte bunu kaldıramıyorum ben yeğenim..." Peki siz buna alışık değil misiniz, burası Adnan Menderes'in siyaseten memleketi sayılmaz mı? Elini vites kolunun üstüne iki kere vuruyor: "Adnan Menderes asla böyle bir şey yapmadı ama!" ve başlıyor Adnan Menderes'i anlatmaya. Ama Erdal beyin tarifi, J. Godfrey Saxe'in ünlü körlerin fil tarifini fena halde andırıyor bana. Neden böyle diye düşünüyorum. Neden böyle acaba? Ve taşrada çok daha belirgin biçimde hissedebiliyorsunuz. Gazeteler ve gündelik politik dil, oldukça çarpılmış biçimde dolaşıma giriyor. Bunu önlemenin yolu eğitim olmadan mümkün değil. Ama eğitimle de mümkün olamayacağını bu ülke son yüz yılda öğrenmiş olmalı. Fazlasıyla. Benim, acizane hep söylediğim, kafama taktığım bir şey var: Bu ülkenin ortalama "iyi insan" algısı yoktur. Asıl mesele budur. Bize eğitimin bile yardım edememesinin tek sebebi budur, vesselam.

Erdal beye anlatmaya çalışıyorum. Diyorum ki Adnan Menderes TBMM'de "Bu meclis isterse ülkeye şeriatı da getirir" demedi mi? Ezanı aslına çevirmedi mi? Tabii daha katmerli bir tartışma için çok yorgundum; Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu da onun çıkardığını söylemedim. Hatta İdris Küçükömer'in enfes kitabı "Düzenin Yabancılaşması"nda anlattığı o sahneyi de anlatmadım. (Menderes, ilk mitinglerinden birinde, stadyumda toplanmış elli bin İzmirliye hitap etmektedir. Bir ara başındaki fötr şapkayı çıkarır ve havada tutarak: '...Hatta ve hatta bu şapkayı..." diyecek olur. Tam o anda stadyumu dolduran on binlerce İzmirli çok büyük bir coşkuyla tezahürata başlar. Bu bitmemiş yarım cümleyi, şapka kanunun izale edilebileceğine yormuşlardır ve yanardağ patlamıştır! Ortalık karışır, tezahürat kısa sürede kalkışmaya dönüşür, işin rengi birkaç dakikada değişir. Trajik olan; o karmaşada ölenlerin olmasıdır. Oysa Menderes'in cümlesi tamamlandığında anlaşılacaktır ki, kazın ayağı onların beklentilerinden epeyi farklıdır, tam tersidir.)

"Hayır" dedi şoför sakince, "ben o kadarını bilmiyorum..." ve işaret parmağını dikiz aynasının üstündeki Atatürk çıkartmasına sertçe vurdu: "Ben bunu seviyorum!" Sustum. SUSTUM; çünkü konuşulacak, anlatılacak şeyler boyumu ve zamanımı aşıyordu. Sadece üzülmek gerekiyordu artık. Sadece ona vakit yetebilirdi. Bu ülkeyi orasından burasından çekiştire çekiştire hasta etmişlerdi. Koskoca ülkenin ve bin küsur yıllık uygarlığın aklını kendi gündelik kısa akıllarımıza uydurabilmek için eğip bükmekte birbirimizle yarışıyorduk. Benim aklım seninkinden daha kısa diye birbirimize caka satmakla geçiyordu gündelik politik zamanımız. Bunu bir kez daha anladım. Eski Aktüel yazılarımdan birinin başlığını hatırladım: "Seni Çok Seviyoruz; Çünkü Böyle Olmak Zorunda Değilsin!"

27 EYLÜL - 10 EKİM 2012

SON DAKİKA