Pazar notları: Kendimle konuşmalar
Acı çekmekten öyle korkuyor ki, herkesle iyi geçiniyor ama kimseyi sahiden sevemiyor.
İnsana en kötü otel odalarını bile sevdiren, sinema salonlarıyla sıkı fıkı bir arkadaşlık kurduran, işten eve varınca düğün bayram ettiren o sırılsıklam yağmurlar nerede? Meğer benim gibi güneşe âşık biri bile özlermiş yağmurları...
Yaşları 50'lere varmış bir grup kadın. Kafede yanımdaki masada oturuyorlar.
Zinde, şık ve bakımlılar. Ama yüzlerinde garip bir yorgunluk var. Hepsinde 100 yaşındaymış gibi bir ifade. Çok geçmeden anlıyorum: Yarış yorgunluğu bu! Ağır rekabet ve haset yorgunluğu.
Çocuklarını, eşlerini, kendilerini yıllardır başkalarıyla ve başkalarının çocuklarıyla, eşleriyle yarıştırmanın yorgunluğu...
Şımarık umut, mızmız umutsuzluk... İkisi de aynı kökten filizleniyor. "Şimdiki zaman" karşısında körlükten...
Önümdeki kamyon bütün araçları trafik kurallarına aldırmaksızın hızla solluyor.
Böyle durumlarda içimden kızgınlıkla söylenir dururum ya, şimdi gülümsüyorum.
Çünkü kamyonun arkasında şöyle yazıyor: "Sakın beni takip etme, kayboldum."
Az sonra koyu bir hüzün gelip yerleşiyor içime.
En güçlü uyarıcı: Endişe. En güçlü uyuşturucu: Kayıtsızlık. İkisinin de sonu felaket!
Bazen tek bir şey istiyorum... Bir ikindi vakti uzun yoldan gelip yeni serilmiş ak pak çarşafların üzerine uzanıp yastık altlarından sızan lavanta kokusunu içime çekerek yavaş yavaş eriyip yok olmayı...
( NOT: Yine zamanı gelmişti. Kimisi 2008'den, kimisi geçen yıldan bazı notları yeniden gözden geçirip yazdım. Tanıdık gelirse, şaşırmayın!)
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.