İslam'ın reforma ihtiyacı yoktur
Kuran-ı Kerim bir harfi değişmeden günümüze gelmiştir. Elimizdeki Mushaf ile bulunabilecek bin küsur yıl önceye ait sahifeler arasında hiçbir fark görülmeyecektir.
Kuran-ı Kerim Yüce Allah'ın kelamlarıdır. Bu kelamdan sonra kelam da gelmeyecektir.
Bu nedenle İslam'ın herhangi bir değişime, reforma ihtiyacı olmaz. Deforme olmadı ki, tahrip ve tahrif olmadı ki reforma ihtiyacı olsun. Çünkü dinde reform, vahye beşeri müdahale anlamına gelir.
Müslümanın modernleşmesine gerek var mı?
Yıllar önce 'Panel' adlı bir dergi çıkıyordu. Bu dergideki bütün dış haberleri, dini yazıları ben hazırlıyordum. Bir ara Cezayir'deki Nahda Partisi'nin lideri Abbas Medeni ile yapılan bir söyleşiyi tercüme etmiş yayınlamış ve bunu derginin kapağı yapmıştık. Yazının başlığı "Tarihle randevumuz var" şeklindeydi. Bu randevu yıllar sonra Arap Baharı olarak ortaya çıktı. Tabii henüz yaza ulaşmamış bir bahar.
Geçenlerde "Gannuşi" ile yapılan bir söyleşide de Gannuşi'nin "Modernleşme" arzusunu seslendirdiğini okudum. Elbette, modernite ve modernleşme = medenileşme kavramı ileride çok konuşacağımız konuların başında gelecek. Bu bir öngörü değil tabii. Tarihin tabii süreci böyle.
Gannuşi dinde reforma şiddetle karşı. Her Müslüman gibi. Ama Müslümanların bugünkü halini de eleştiriyor. Moderniteyi bir çözüm olarak sunuyor.
Müslümanların kamil imana ihtiyacı var
İslam ülkelerinin ve Müslümanların kendileriyle hesaplaşıp kâinattaki değişim sürecinde aktif rol almaları gerekir. Uydu değil, önder olmaları beklenir. Bu nedenle de Müslümanların şöyle olmalarını arzu etmek hakkımız olsa gerek.
***
Bizi doğuran onlar. Bizi doğurmak için evliliğe "evet" diyenler onlar. 9 ay bizleri karınlarında taşıyanlar onlar. Kışın soğuk gecelerinde, yazın en tatlı uykularında çığlığımızla uyanıp bizi doyuranlar onlar.
Ürktüğümüz anda bizleri göğüslerine bastırıp sakinleştirenler onlar. Sünnet merasiminde nişan ve düğünümüzde ağlayanlar onlar.
Askerdeyken bizleri ayetül kürsilerle Yüce Allah'a ısmarlayanlar onlar. "Canım sana feda olsun" dediklerinde, en içten ve en samimi diyenler onlar.
Yaşlansak da, yaşlansalar da, en sıkıntılı, en çıkmaz, en olmaz halimizde limanına sığındıklarımız onlar.
Yüce Rabbimizden af dilediğimizde, günahlarımıza tövbe ettiğimizde en güçlü köprümüz onlar, Allah'ın razı olacağı ameller işlediğimizde, kabul edilmesini istediğimiz duamız olduğunda sığındığımız dergâhımız onlar. Dünyadan firar ettiğimizde, cefa gördüğümüzde arkadan vurulduğumuzda, zulüm gördüğümüzde en çapraşık duygularla tıkandığımızda, sığındığımız karargâhımız onlar. Cennet kapımız onlar. Cehenneme siperimiz de onlar.
Yüce Kuran-ı Kerim'in, "of" bile demeyeceksiniz diye uyandırdığı emaneti onlar.
***
Büyük zatlar annelerini kaybettiklerinde: "Dua kapımız kapandı" diye ağlarlarmış. Hz. Peygamber (s.a.v.) cennete yürüyen genç sahabi Harise'den (r.a.) bahsederken öyle buyuruyordu. 'Harise'yi cennete yürüyecek makamına getiren şey onun annesine saygısıydı.
Annelerimiz, baş tacımız. Dua kaynağımız. Baharımız, kışımız hayat iksirimiz. Bağışlanma vesilemiz.
Hz. Aişe, Kâbe'de annesini sırtında taşıyarak tavaf yapan birisini gördü. Adam terden sırılsıklam olmuş. Hz. Aişe Hz. Peygamber'e (s.a.v.) sordular: Bu adam annesinin hakkını ödeyebilmiş midir? Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap buyurur: "Bu adam, annesinin onu doğururken çektiği bir sancının hakkını bile ödeyememiştir."
Hayattaysa anneniz uğrayın. Yanına gidin. Elini, gerekirse ayağını öpünüz. Ölmüşse, mezarına gidin. Dua edin. Onunla konuşun. Derdinizi anlatın. İnanın sizi duyacak ve manen cevap verecektir.
***
Mahşer günü Yüce Rabbimiz insanlarla konuşacak. Onlar da O'nunla konuşacaklar. Hitap edecek. Kulların bir kısmı Rabbimizi görecekler. Bu büyük nimete ulaşacaklar. Bir kısmı ise bu büyük nimetten uzak kalacaklar. Mahşer günü Yüce Allah'a muhatap olmak konusunda iki büyük zatın farklı bakışını sizlere sunmak istiyorum. Bakış tarzlarının farklılığından İslam alimlerinin hassasiyetini daha iyi anlayacağız.
Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik hazretleri şöyle anlatıyor: Ben Caferi Sadık (Hz. Hüseyin'in torunu) ile hacca gittim. Onu takip ettim. Telbiye getirmek istediğinde yüzünün rengi atar, kıpkırmızı kesilir ve tiril tiril titremeye başlardı. Sözünü bitiremezdi.
Bir ara kendisine sordum:
- Nedir senin bu halin ey Hz. Peygamber'in (s.a.v.) torunu?
Şöyle cevap verdi bana:
- Ben telbiye getirdiğim her zaman bu hale gelirim. Telbiye getirmeye (Yani Lebbeyk Allahumme Lebbeyk sözünü bitirmeye) gücüm yetmez.
İmam Malik diyor ki:
- Neden telbiyeyi tamamlayamıyorsun, diye sordum.
Caferi Sadık şöyle cevap verdi:
- Ben hep şundan korkarım! Lebbeyke "Ya rabbi sana yöneldim, diye söylediğinde, Rabbim bana "Söyle kulum. Seni dinliyorum demez de, başka şey derse ben ne yaparım. Ne hale düşerim."
Bestamlı Beyazıd bir gün şöyle diyor: Bütün insanlar mahşer gününde Yüce Allah'ın hesabından kaçarlar. Ben ise onlar gibi düşünmüyorum. Ben istiyorum ki, Yüce Allah beni hesaba çeksin.
Bestamlı Beyazıd'ın bu sözü kolay kullanılabilecek bir söz değildi. Öyle ya,Yüce Allah'ın huzurunda ve hem de Yüce Allah tarafından hesaba çekilmek kolay mı? Elbette değildir.
Beyazidi Bestami'ye soruyorlardı:
Neden böyle düşünüyorsun? Böyle söylüyorsun?
Beyazidi Bestami şöyle cevap verdi:
- Belki Yüce Allah beni hesaba çektiğinde, bu hesap sırasında bir kez olsun bana 'Ey kulum' der. Ben de cevaben Lebbeyke Ya Rabbi -Duyur ey Rabbim- derim. Yüce Rabbimin bana, ey kulum demesi benim için bütün dünyadan ve içindekilerden daha güzeldir. Yüce Rabbim, bir defa bana kulum desin de sonra beni nereye atacaksa atsın. Bana ne yapmak istiyorsa öyle yapsın.
Yüce Allah'ı sevmek işte O'nu böyle özlemekle mümkündür. Ölüme, düğüne gider gibi gidenler Yüce Allah'a böyle bakanlardı. Böyle iman edenlerdi. Sorarım size, böyle bir imanı taşıyan vücudu ateş yakar mı?
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.