Amerikan sendromu
Demokratik açılım süreci, beklendiği gibi hassas bir çizgide ilerliyor. Kürt kökenli siyasilerin, toplumsal hassasiyetleri kaşıyan simgesel girişimleri bu sürecin hızını belirliyor. Açılıma yapıştırılmak istenen "yabancı damgası" komplo teorilerine prim yaptırıyor. 25 yıldır süren terörle mücadelede, geçmişin hatalarıyla yüzleşilerek demokratik zeminde çözüme varılabileceği umudu artık zihni gel gitler yaratıyor. İçerden ve dışarıdan yönelen taarruzlar ise sürecin kaderini tayin ediyor.
Açılım iradesinin kamuoyu desteği kadar handikapları da var. Daha ilk günden "Made in USA" eleştirisi başladı. ABD'de pişirilen planın, Ankara'da icra edildiği iddiası bir kenara not edildi. Geleneksel olarak her taşın altından ABD'nin çıktığını düşünen Türk tipi düşünce sistematiği, güncel süreci de teslim aldı. İkinci olarak, hükümet, terör örgütü lideri Öcalan'ı muhatap kabul etmeyeceğini açıkladığı andan itibaren, İmralı'dan adı konulmamış güç gösterisi başlatıldı. Öcalan, kendisini siyasallaştırmayan bu gidişatı sabote etmek için silahlı, silahsız tüm unsurları devreye soktu. Üçüncü olarak, MGK devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü adına yürütülen çalışmaları destekleme kararını, yeni ve etkili bir vurgu ile pekiştiremedi. İki ayda alınan mesafe, hazmetme kapasitesi sorunu yarattı.
Demokratik açılımda, ABD faktörüne özel olarak değinmek gerekiyor. Dün görüştüğümüz ABD Büyükelçisi James Jeffrey'in, ısrarla "Bu bir ABD Planı değil" demesi manidardı. Düşünsenize, Başbakan Tayyip Erdoğan 29 Ekim için ABD'den davet aldı. Ama davetin zamanlaması yanlıştı.
1- 29 Ekim, cumhuriyetin kuruluş yıldönümü. Cumhuriyet değerlerine ilişkin kaygıların tetiklendiği bir ortamda cumhuriyet hükümetinin başı ABD'ye giderse, bu durum siyasi malzeme konusu olurdu.
2- Kritik yasaların TBMM'ye kasım ayında sunulacağı dikkate alındığında, Başbakan'ın öncesinde Washington'da bulunması, "icazet alındı" görüntüsü verebilirdi.
Gelinen noktada şunları söylemek mümkün:
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.