Peruk tak/may/an bedenler
HAYATI, KİMLİĞİMİZ ÜSTÜNDEN ALGILARIZ
Bu benim için özellikle önemli. Çünkü çağdaş sanatın politik olanla kesiştiği yerde başladığına inanıyorum. Modern sanatın müthiş formalist boyutuna karşılık çağdaş sanat, yapıtın yüzünü yeniden politik ve gündelik olana dönmesiyle başladı. Buradaki politika da 'devlet yönetimi' anlamında bir politika değil. İnsanın günlük yaşantısını ören ne kadar konu varsa hepsini kapsayan, hepsinde insan tekinin bireysel pozisyonuyla egemen kabul ve yargı arasındaki çelişkiyi sorgulayan bir yaklaşım. 1970'lerin meşhur tabiriyle ifade edilen 'kişisel olan siyasaldır', bu bapta, sonuna kadar işler. Kimlik, bu nedenle önemlidir. Çünkü hayatı kimliğimiz üstünden ve kimliğimizin içinden algılıyor ve yaşıyoruz. İyi de bütün bunları nasıl ifade edeceğiz? İşte çağdaş sanatın büyük dinamiği burada ortaya çıkar. Görsellik dediğimiz alanın kendisi bir politika üretir. Üretilmiş bir politikanın ifade alanı olduğu kadar yeni bir vizyonun öne çıkarılmasında da görsellik başlı başına bir rol oynar. Farkında olmaksızın önünden geçtiğimiz yapı, gözümüze çarpan bir reklam, bir gazetenin sayfa düzeni, bir logo görsel ideolojinin hâkimiyetini (veya ona dönük eleştiriyi) vurgulamakla kalmaz. Bize onun da bir parçası olduğu siyasalın aktarımını gerçekleştirir. Kutluğ Ataman'ın sergisinde önümüze gelen her biri ayrı ayrı çok çarpıcı birer dramatik karakter olan 'kişilerin' kimlik öyküleri, bu bakımdan başlı başına bir macera başlatıyor. Dilencilerden zikir yapan kişiye, bir travestiden yaşlı bir kadına kadar kendilerini anlatanların öyküleri elbette ilginç. Ama bunlar aynı zamanda büyük bir sinemacı olan Kutluğ Ataman'ın yaptığı 'filmler' değil. Beni asıl ilgilendiren ve gerçek manada çarpıcı olan bu görüntülerin 'görsellikleri'. Doğrudan doğruya görüntünün/görselliğin dile getirdiği, ifade ettiği... Bu görüntülerin 'ham'lığı. Görüntünün daima göz hizasında olması, başlı başına bir gerçeklik düzlemi. Belli ki Ataman, görüntünün oluşturduğu ve iktidarın ayrılmaz bir parçası olan hiyerarşiyi burada aşıyor. Travestiyle veya peruk takan ve kendisini saklamak ya da değiştirmek zorunda kalan kadınla izleyenin aynı düzlemde buluşmasını sağlıyor. Onları görmezden gelmiş, yanlarından geçerken onları fark etmemiş, onları yok saymış kişi şimdi videoların yerleştirme düzeni sayesinde izleyici olarak onlarla göz göze geliyor. Sartre'ın meşhur 'göz ve görme'-göz göze gelme ilişkisi burada çok bilinçli olarak ayaklandırılmış ki, politik dediğim öncelikle bu.
BEDEN, BİR GERÇEKLİK OLARAK KARŞIMIZDA
İkinci önemli yanı bu serginin, bedenle kurduğu ilişki. Yapıtların çoğunda örtük de olsa beden, bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Bu modernitenin getirdiği fotografik beden anlayışına bir saldırı. Fotoğraf bir 'kolektif beden' oluşturdu. Geç modernite, tüketim çağı, yeni 'gilded age' gövdeyi narsisitik, oto-erotik bir nesneye dönüştürdü. Güzelliğin, gençliğin, sağlıklı olmanın altın çağından geçiyoruz. Bilhassa reklamların biçimlendirdiği fotoğraflara bakmak insanın kendisine bakmasıdır. Görüntünün öznesiyle özdeşleşen göz sadece onu değil, aynı zamanda kendisini görüyor. O görüntü ise değişmez, ebedi, egemen, gençlik-güzellik şovenizmiyle kenetlenmiş bir görüntüdür. Kozmetik bir benlik anlayışıdır bu ve ne yazık ki, hepimiz onunla iç içe yaşıyoruz. Bir seyirliğe dönüşmüş bedeni, kendi gerçekliğimizi aşmak için (farkında olmaksızın) kullanıyoruz. Basbayağı bir yabancılaşmadır bu. Bir narsisizm çağında yaşamamızın çok önemli bir nedeni de budur. Kutluğ Ataman'ın yapıtına nesne olarak aldığı ve yapıtının özü haline getirdiği bedenler bu, 'hegemonik beden' dediğim moderniteyle sarmaş dolaş bedenler değil. Tam tersine. Onların saçmalığını pekiştiren, kendi gerçekliğini onlarla çatışarak oluşturmuş bedenler bunlar. Ben bunlara 'tümel beden' diyorum. Varlığını siyasal bilincinin, kimliğinin ve bireyliğinin kesişimesinden oluşturmuş bedenler bunlar. O soyut ve muhayyel ebedi güzellik anlayışının içinde biçimlenmiş bedenlere de 'yitik beden' dememde herhalde bir sakınca yok, her ne kadar bu tabir literatürde başka manalarda kullanılıyorsa da. Bütün bu nedenlerle bu bedenler ne kadar 'kimlikli'yse, öteki bedenler, o kadar kimliksizdir. Bu sergi de kimlikle kişiliğin kat yeridir. Ataman'ın sergisindeki siyasal bununla sınırlı değil. 'Türk Lokumu' işinde olduğu gibi oryantalizmin bize empoze ettiği algılama koşullanmalarına dönük bir eleştirel düzlem de var bu sergide. Bunu ayrıca önemsiyorum. Çünkü oryantalizm çok farklı düzeylerde, çok farklı biçimlerde zaten eleştirildi, yerli yerine oturtuldu. Ama şimdi Ataman'ın bizzat dansöz kılığına girip, 'Türk Lokumu'nu bir 'parodi' içinden sunması ve bunu Batı'nın görsellik dinamiklerine dayanarak gerçekleştirmesi, oryantalizme bambaşka bir boyut getirmektir. Yukarıda değindiğim görüntü düzeni içinde, izleyenin bu 'parodi' ve mizansen içinden belki 'övündüğü' bir realiteyle bu düzeyde ve boyutta karşılaşması dışarıya olduğu kadar içeriye dönük bir eleştiridir. Kabul edelim ki, zor, çetin, ağır bir sergi bu. Uzun, izlenmesi emek isteyen video işlerinden oluşuyor. Bir de izledikten sonra insanın ortaya koyulan sorunsallarla yüzleşmesi var. O daha da çetrefil. Nasıl olmasın? Bir anlamda insan, kendinin 'yapılışını' izliyor o videolarda.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.