Basının alacakaranlığı
Bu konu sadece bir politika ve habercilik meselesi olarak ele alındı, alınıyor. Oysa kaynakta gerçekten de teknoloji ve haberleşme yöntemlerindeki değişiklik yatıyor. Gazete bugünkü insanın hayatında ne kadar önemli bir rol oynuyor sorusu ciddidir. 19. yüzyılın şartlarında oluşmuş bir 'mecra'dan bugünkü dünyaya uyum sağlamasını beklemek anlamsızdır. Gazetenin pabucu dama atılmak üzeredir. Gelecek üç-beş yılda gazetelerin çok sınırlı şekilde yayınlandığını göreceğiz.
Radyoların hayatımıza yeniden girişi 1990'lı yıllar... Televizyonların tekdüzeliğinden sıkılan, bir program izleyeceğim derken reklam izlemeye daha fazla zaman harcamaktan yılan insanlar, evden işe gelip giderken, evde bir işle uğraşırken radyoya kulak vermeyi daha uygun buldu. Hatta 1993 yılında Çiller, DYP genel başkanlığına seçilirken gene bir yasal düzenleme maksadıyla veya mucibince radyo yayınlarına son verilmişti. Dağ taş 'radyomu istiyorum' sloganıyla inliyordu. O da propagandasını aynı sloganla yaptı.
Bunda kuşku yok. Fakat haber ve iletişim olgusu, kapsam ve içerik bakımından onu da, ana medyaları da aşacak bambaşka bir çizgiye itildi.
Bunun nedeni kitle iletişiminde görülen devrim. James Gleick'in The Information isimli kitabı bunu mükemmel biçimde gösteriyor. Cep telefonlarının, cep kameralarının ortaya çıkması, yaygınlaşması, gündelik hayatın ayrılmaz parçası oluşu başlattı söz konusu dönüşümü. Onun ardından bloglar, Facebook ve Twitter geldi. Bunların her birinin kendine özgü bir sosyolojisi var. Şimdi yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Facebook daha yaygın ve her sınıftan insanın katıldığı bir ortamdır. Twitter'ı daha çok entelektüeller, basın dünyasının insanları kullanıyor. Bloglar ise başlı başına bir dünya. Artık kitap okumayan nesiller blogları izliyor.
Bu benim daha fazla ilgimi çeken bir şey:
Bloglar bana orta çağın 'usta'larını, alimlerini, ağzının içine bakılan kişilerini anımsatıyor.
İnsanların izlediği bloggerler var. Onlar ne diyorsa ötekiler öyle yapıyor. Ama bu ezici, tek boyutlu bir şey değil. Hangi alanda istiyorsanız o alanda sayısız düşünce ve insan karşınızda duruyor. O konuda dilediğiniz kadar görüş var elinizin altında. Kim gönlünüze yatar, sizi tatmin ederse o şekilde davranırsınız.
Bunu sağlayan yalnızca bir unsurdan dem vurulabilir: Saygınlık. Bir alanda yazan 'o' insanın izleyicileri vardır basında. Ama aynı saygınlık niçin bloglarda teşekkül etmesin? Oralarda yazanların formasyonu diğerinden daha mı geride? Elbette daha sıradan olanlar da var çok daha niteliklisini bulmak mümkün. TV izlerken zaping yapmak gibi bir şey bu; sıkıldın mı basarsın düğmeye geçersin bir başka kanala. Blog da öyle, bunu beğenmiyorsan bir başkasını okursun, izlersin.
Yeni medya, yeni basın buradan doğacak.
Artık kimse kimsenin esiri değil. Bunu gören var görmeyen var. Görenler önlem alıyor, çehre ve yapı değiştiriyor. Diğerleri eski tas eski hamam deyip gidiyor. Ben onlar için 'tıngır hamam tıngır tas' sözünü daha çok seviyor, daha uygun buluyorum.
Hamiş: geçen haftaki yazımda Madame de La Fayette'e ait olan La Princesse de Cleves romanını Madame de Stael'e mal etmişim. De Stael'e de saygım sonsuz ama o muhteşem romanın yazarı de La Fayette'ten özür dilerim; ellerinden öperim.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.