Madonna ve Ajda Pekkan'ın sırrı
Bir kadıncağız geldi. Abartılı bir el hareketiyle garsonu çağırdı. Bir şeyler sipariş edecek. Her lafının sonunda, üstelik de şeddeleyerek 'istiyorum' diyor. "Yahu," dedim içimden, "Bunu bir garsona söylüyorsan zaten istiyorsundur, ne âlemi var her defasında vurgulamanın?" Ama sebep belli: Genç hanım zaten orada gizli 'ben'i, yani kendisini vurgulamak için 'istiyorum' diyor: 'Ben istiyorum'.
Mahcup ve suskun insanlar olduğumuzdan bakkala falan girdiğimizde, eskiden, 'Sizde ... var mı?' diye sorardık. Dikkatinizi çekerim, bırakın 'istiyorum' gibi emir kokan bir kipi, 'isterim' bile demez, bu iki kullanımın içerdiği açık veya gizli 'ben' sezdirmesinden kaçınır, bilakis 'Sizde var mı?' diye sorardık, 'sizde'... Böyle yukarıdan bakan 'istiyorum' tonlamalarına, ilk kez asistanlar odasında rastlamıştım. Bir kadın hocamız hışımla içeri girip, topuklarının üstünde yükselip, "Tebeşir istiyorum," demişti. Zaten kapıyı da bu üsluba uygun bir biçimde, gümbür diye, ardına kadar açarak girmişti. O zaman da, geçen sabah da "Allah Allah, ne oluyor?" demiştim ki, ansızın kafamdaki üç-beş şey yan yana gelerek bir cevap oluşturdu.
Uzun lafın kısasını isteyenler için bulduğum yanıtı hemen vereyim: Narsisizm kültürü! Şimdi de bana o cevabı buldurtan ve gözümün önünde canlanan resimleri anlatayım.
Onun sahnedeki şovunu sonradan TV'de bölük pörçük izledim. Bu kadını şu 50 küsür yaşında bu kadar enerjik yapan, "Ona sahneyi böyle bir nebülöze dönüştürten güç nedir?" diye kendi kendime sordum. Anadolu insanının nine olduğu yaşta, o memesini açıp gösteriyordu.
Bu işin bir tek sırrı vardı: Narsisizm.
Madonna da, Pekkan da kendilerine âşık insanlardı. Kendi gözlerinde, şuurlarında yarattıkları, sahip oldukları 'görüntüyü', daha doğrusu 'ben'i, 'benlerini' (egolarını) o kadar seviyorlardı ki, onun değişmesine, yıpranmasına tahammülleri yoktu. Bana göre çılgınca bir iradeyle kendilerini kontrol ediyor, üstlerinde aman vermez bir disiplin uyguluyorlardı.
O narsisizm ateşi içlerinde yanmasaydı, bu mümkün değildi.
Bir böyle kişi de Marilyn Monroe'ydu. O da muhtemelen kendisini seviyordu ama bu narsisizm, iki yanı keskin bıçaktır. Gözünüzde yarattığı imgenizi başkalarının gözünde yaratamadığınızı hissettiğinizde veya sizi tatmin edecek cevabı alamadığınızda yıkılıp gidersiniz. O da öyle yapmış, uyku haplarını içip mutsuzluğuna son vermişti.
Ama Joplin ve Monroe örnekleriyle Madonna ve Pekkan örnekleri arasında önemli bir fark vardı. Joplin'ler, Freud'un tabiriyle nevrozlar çağının insanıydı. Narsistik bir yanları olsa bile, bunu nevrozun, depresyonun içinde yaşıyorlardı. Oysa geç 20. yüzyılda yeni bir çağ başladı. Bu evrede artık nevrozlar aşılıyor, narsisizm çağı başlıyordu. 21. yüzyıla bu hızla girdik. 'Cinsellik ve Kent' (Sex and the City - bayılıyorum Türkçesini söyleyince insanların şaşırmasına...) dizisi bu işin kırılma noktalarından biridir. Kendilerine yiyip içen, kendilerine alışveriş yapan, kendilerine eğlenen insanlar. Aşklarını bile kendilerine âşık oldukları için yaşayan kadınlar... Bu noktaya 'yükselemeyenler' için de 'Umutsuz Ev Kadınları'!
Muhtemelen bir önceki gece Ajda'yı, Madonna'yı ve Kent ve Cinsellik dizisinin eskilerden kalmış bir bölümünü izlemişti.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.