Mavi Sürgün
Atina'daki Parthenon frizleri, tüm haşmetiyle oradaydı. Lord Elgin Osmanlı sultanını kandırarak alıp götürmüştü, tapınağın kabartmalarını. Ön odasında, Antalya'nın Kınık ilçesinde, antik Yunan'da Likya denen kentteki abide duruyordu. 1840'ta Charles Fellows 'iç etmişti'. Nihayet Halikarnassos tapınağı; 1846'da Lord Stratford de Redcliffe getirmişti.
Abidenin önünde dururken Halikarnas Balıkçısı'nı/Cevat Şakir Kabaağaçlı'yı anımsamamak mümkün mü?
Zaten Balıkçı'nın ve diğer Mavi Anadolu yazarlarının, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu'nun tutkunu olmuşum (İçlerinde en az Eyüboğlu'nu sevmişimdir ve neden o derecede 'abartıldığını' hiç anlamamışımdır, yazar olarak). Derken Balıkçı ölüyor. SSD'de bir akşam Azra Erhat var, galiba Rabelais çevirisini anlatıyor. Sonunda Rükzan Hanım ayağa kalkıp, "Azra Erhat bize bir de Balıkçı'nın cenaze törenini anlatsın" diyor. O da anlatıyor. Müthiş bir şeyden bahsettiği besbelli. Bütün Bodrum ayakta ve cenaze toprağa verildikten sonra Balıkçı'nın yakın dostu balıkçıların nasıl toprağı bütün gövdeleriyle yoğurduğunu anlatıyor. Gidip mezarı görmeye karar veriyorum! İşte 40 yıl olmuş.
Roman ve öykü. İki, yarı arkeoloji, yarı sanat tarihi, yarı ideolojik bir metin:
Anadolu uygarlıkları, aralarındaki ilişkiler.
Balıkçı, bir dönemde ortaya çıkan bu Mavi Anadolu düşüncesine nasıl geldi, o da irdelenmeyi bekleyen bir muammadır.
Fakat bu düşüncenin Kemalist düşünceyi 'hümanist' bir zemine oturtma gayretinin uzantısı olduğu aşikardır. Daha sonra Suat Sinanoğlu gibi akademisyenler tarafından teorisi yapılan bu girişim o yanıyla etkisiz kaldı.
Balıkçının öyle teorik işlerle ilgisi yoktu. Büyük bir bilgi birikiminin içinden yazıyordu ama asıl meselesi coşkularıydı.
Bildiği diller, eğitimi ona imkanlar sağlamıştı, o da bulunduğu coğrafyanın üzerinde yarattığı etkiyi de işin içine katarak Akdeniz'i Altıncı Kıta ilan ediyordu. Bugün de görüşlerinin harmanlanıp değerlendirilecek yanı elbette çoktur. Fakat Balıkçı'nın edebiyatçılığı da unutuldu. Oysa o edebiyat gerçekten çok özel bazı niteliklere sahiptir. En başta o 'Dionizyak' anlatımı vardı. Deniz, onun öykü ve romanlarında bir edebiyat kişiliğine dönüşür. Benim içinse Mavi Sürgün tek başına Türk edebiyatının en coşkulu ve eşi menendi tek kelimeyle olmayan sayfalarını, anlatımını içerir. İtiraf edeyim ki, Bodrum'u, iki askerin yedeğinde yürürken bir tepeden ilk kez gördüğü anı anlatan satırları, evini kiralayıp içinde geçirdiği ilk geceyi dile getiren bölümü sadece Balıkçı'da mevcut olan aşılamamış bir anlatıdır. Her yıl birkaç kez okumak görevlerim arasındadır.
Her yazar öldükten sonra 30-40 yıl unutulup sonra yeniden keşfedilir. Balıkçı 40. yılını doldurdu. Hâlâ sürgünde mi kalmalı?
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.