
2002'den bu yana AKP'ye muhalefetin belirleyici özelliği 28 Şubat mantığını devam ettiren militarist vesayetçilik oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) adına konuşabilenlerin hemen hepsi, en azından 2007 seçimlerine kadar, siyasal bir parti lideri gibi davranarak belli toplum kesimlerini AKP'ye karşı örgütledi ve seferber etti.
Başlıca muhalif siyasal aktörlerimiz ve yüksek yargı, AKP iktidarının bir rejim krizini ifade ettiği iddiasını sorgulamadan kabul etti. Kurucu liderlerinin İslamcı geçmişinden dolayı AKP'nin eylemsizleştirilmesi, hiçbir şeye dokun(a)madan hükümetten uzaklaş(tırıl)ması gerekli görüldü. Bütün siyasi hesaplar ve söylemler AKP'ye haddini bildirmek üzerine kuruldu.
Bu süreçte, Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanı seçimlerinde olduğu gibi zorlama yorumlarla oyunun kurallarını değiştirdi; TSK, AKP hükümetine karşı bir muhtıra verdi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, bir iktidar partisi olan AKP'ye üstelik seçimlerden altı ay sonra kapatma davası açtı. Dahası, tüm bu girişimler, devleti kendileri gibilerden oluşan bir cemaat olarak değerlendiren, azımsanamayacak sayıdaki siyasal aktör ve toplum kesimince desteklendi.
Reaksiyoner demokratikleşme
28 Şubat mantığını devam ettiren muhalefet, AKP'yi bir varoluş ve tanınma mücadelesine mecbur bıraktı; iktidar olmaya zorladı. Fakat aynı zamanda AKP'nin varlığını sürdürme, tanınma ve iktidar olma yönünde attığı her adımın, kazandığı her başarının, Türkiye'nin demokratikleşmesinde bir kilometre taşı olarak yorumlanmasını mümkün kıldı. Zira militarist vesayetçi bir muhalefet anlayışı, Türkiye'nin demokrasi tartışmasını meşru olarak seçilmiş AKP hükümetinin ülkeyi yönetip yönetemeyeceği sorusuna indirgedi. Başka bir ifade ile, 2002 sonrası Türkiye'de anti-vesayetçiliğin ötesine giden bir demokrasi tartışması kurulamadı. Bu sığ siyaset düzeyinde, gerçekte demokratik tutum için gerekli fakat yeterli olmayan anti-vesayetçi tutum, demokratik tavrın ta kendisi haline geldi. Dolayısıyla, AKP'nin vesayetçiliğe karşı varoluş mücadelesi, demokrasi mücadelesi ile özdeşleşti.
Böylece büyük bir demokratikleşme projesini ifade etmemesine rağmen, AKP'nin vesayetçiliğe karşı vermek zorunda olduğu reaksiyonlar, Türkiye'nin tek demokratikleştirici siyaseti haline geldi. 27 Nisan muhtırasına karşı meydan okuma, kapatma davasında yapılan hukuki ve siyasi savunma bu nedenle demokratikleşme bağlamında değerlendirildi. 2004'ten sonra yapılan tüm reformlar da demokratikleşme vizyonundan çok, AKP'nin daha önce hiçbir hükümetin cesaret edemediği anti-vesayetçi reaksiyonlarının sonucudur.
Referanduma sunulan anayasa değişikliğinin hikâyesi de aslında AKP'nin anti-vesayetçi reaksiyonlarıyla demokratikleşmenin bir göstergesidir. Özellikle 2007 seçimlerinden sonra eski (vesayetçi) rejimin son/baş kalesi olarak belirginleşen yüksek yargıyı yeniden düzenlemeyi amaçlayan değişiklik paketi, Erzincan'daki soruşturmalar çerçevesinde yaşananlara AKP'nin verdiği reaksiyonun sonucudur. AKP, başta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu olmak üzere, yüksek yargının bir blok olarak kendi varlığını tehdit eden gayrı-demokratik girişimleri küçümseme, görmezden gelme ve hatta kollama eğiliminde olduğunu düşünmüş ve bu alanın demokratikleştirilmesini amaçlamıştır.
Demokratikleşmede ikinci aşama
Reaksiyoner demokratikleşme, demokratikleşmenin mutlaka büyük bir proje gerektirmediğini, parça parça da gerçekleşebileceğini göstermektedir.
Fakat söz konusu Anayasa değişikliğinin referandumda kabul edilmesinden sonra reaksiyoner demokratikleşme sınırına ulaşmış, ömrünü tamamlamıştır. Zira artık AKP'nin varoluş ve tanınma mücadelesi büyük ölçüde sona ermiş, AKP'nin iktidarına ortak olmak isteyen vesayetçi odaklar sorunu, kısmen siyasal güç dengeleri ile kısmen de hukuki düzenlemelerle halledilmiştir. Bundan sonra demokratikleşme mücadelesi anti-vesayetçiliği ve AKP'nin tanınma ve iktidar mücadelesini aşmak durumundadır.
Anti-vesayetçiliğin demokratik addedilmek için artık yeterli olmayacağı bu durumda kritik soru demokratikleşme tartışmasının devam edip etmeyeceği, edecekse nasıl devam edeceğidir. AKP açısından mesele, reaksiyoner demokratlığın ötesinde giden demokratikleşme projeleri ve demokratikleştirici tutumlar üretme meselesidir. 2011 seçimleri sonrası için yeni bir Anayasa'nın işaretlerini veren AKP bu doğrultuda bir niyet göstermiştir. Elbette, daha fazlası gerekir, gerekecek. Zira demokrasi sadece Anayasa gibi kurumsal düzenlemelerle ve kısa sürede başarılabilecek bir rejim değildir.
Muhalefet ortak olmalı
İkinci ve belki de daha kritik soru, bundan sonra muhalefetin ne yapacağıdır, çünkü demokrasi bir partinin veya liderin tek başına başarabileceği bir rejim değildir. Demokrasi, insan mükemmel olmadığı için, hata yaptığı için ve bu hataları düzeltebilme imkânı yaratmak için var olan bir rejimdir. Bu durumda, AKP'nin tek başına yürüttüğü bir demokratikleşme süreci sadece "buruk" değil, aynı zamanda kategorik olarak eksik bir demokratikleşme olacaktır. Demokrasi ancak diğer aktörler de demokratikleşme sürecine katıldığında ortak paydamız olabilir. Ortaksız bir demokratikleşme ise demokrasiyi bir çeşit özel mülke çevirebilir. Muhalefet, özellikle de ana muhalefet CHP, Türkiye'nin sadece yoksulluk değil, demokrasi eksikliği sorunu da olduğunu kabul ettiği ve demokratikleşme iradesi gösterdiği zaman demokratikleşme sürecine ortak olabilir.
Her ne kadar referandumda "Hayır" kampanyası yürütmüş olsa da CHP, Baykal'ın bir darbe ile liderlikten uzaklaştırılmasından sonra "ucu açık" bir geçiş dönemine girmiş bulunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, CHP'nin demokratikleşmeye ortak olabilecek bir siyaset ve kadro üretebilmesi için önümüzdeki seçimlere kadar vakti var. Bu vaktin nasıl değerlendirileceğinin işaretleri ise karışık. Dolayısıyla, Türkiye'nin muhalefet sorunu bu kez de belirsizlik ve kararsızlık olarak devam etmektedir.
Demokratikleşme sürecine ortak olmayan partiler, büyük olasılıkla iddialarını yitirip, dernekleşeceklerdir.