Antik Yunan trajedyasının ana temalarından biri zafer sarhoşluğu diyebileceğimiz 'gururlanma günahı' ve bu günahın kaçınılmaz cezasıdır.
Grekler bu cezayı tanrıça Nemesis'e atfeder.
Nemesis; başarı, enaniyet ve zenginlikleri yüzünden tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran yüce bir güçtü.
Ölçü ve itidalin kaybolduğu yerde ortaya çıkan trajedyanın ana teması günümüzde de değişmiş değil.
Güç ve saltanat sahiplerinin hatalarından insanlar hala 'trajik' dersler çıkartıyor.
Ancak çoğu zaman insanlarda korku, heyecan ve acıma hisleri uyandıran trajedi bazen de hayranlık uyandırır.
Hatta bir kahraman bile çıkarabilir.
Fakat ironi sadece gülmeye ve tebessüme yol açar.
***
Alman filozof Frederick Hegel (1770-1831), 1800'lerin başında yani ulusal birliğini 1871'de sağlayan Almanya daha ortalarda yokken, "Almanya sadece 20. yüzyıla değil, tarihe de son şeklini verecek" iddiasında bulunmuştu.
'Zamanın ruhu' diye nitelediği o dönemdeki Alman devleti Prusya'nın tarih sahnesine çıkar çıkmaz 'tarihin sonu'nu ilan edeceğine inanıyordu.
Ona göre dünya tarihi, 'özgürlük ve hoşgörünün en iyi çiçek açtığı' Alman devletinde zirvesine varacaktı.
Verilmiş sadakası varmış.
Ünlü filozofumuz ne kadar 'iyi bir falcı' olduğunu göremedi.
Çünkü dünyayı fethederek cennete çevireceğine inandığı ülkesi, yirminci yüzyılı 'iki parça' halinde Rusya ve ABD'nin egemenliği altında geçirdi.
Ancak Hegel, bu öngörüsünde yanıldıysa da ününden bir şey yitirmedi.
Nüfuzu daha da arttı.
İdealist olmasına rağmen uluslararası ilişkilerde ve hukukta ismi en gerçekçi düşünürler hizasına yazıldı.
Tarih, 'öngörülerini' değil fakat düşünce yöntemini şimdiye kadar hep haklı çıkardı.
***
Nitekim Hegel'in savaşa etik bir değer yükleyen diyalektik düşüncesinin cazibesi Karl Marks'ı dahi esir aldı.
Aslında Marks'ın materyalist felsefesi idealist Hegel'in ters yüz edilmiş sisteminden başka bir şey değil.
Çok basit bir şekilde özetlersek Marks, Hegel'in 'tarihi oluşturan ve ilerlemeyi sağlayan milletler arası mücadeledir' diyalektiğini 'sınıflar arası mücadele' ile değiştirdi.
Nasıl Hegel, akıl ve hürriyetin olgunluğa Prusya'da (Almanya) ulaşacağına inandıysa Marks da insanlık tarihini belirleyen sınıf savaşlarının, proleteryanın zaferiyle taçlanacağına ve tarihin bu 'mutlu son' ile biteceğine inandı.
ABD'NİN 'TEK DÜNYA' İDEALİ
Hegel'in tarih ve uygarlığı yorumlayış yöntemi sadece Marks'ı değil, Amerika kıtasındaki düşünür ve devlet adamlarını da etkisi altına aldı.
Ünlü filozofun, tarihteki her türlü olaya yön veren kanun, güç ve fikirleri 'dünya ruhu' diye tanımlayan ve bu 'dünya ruhu'nun belli zamanlarda belli milletlere özel görevler yüklediğini ileri süren bakış açısı, 1800'lerden sonra ABD'nin adeta resmi politikası haline geldi.
Ve kısa süre içinde Hegel'in 'seçilmiş millet', 'tarihin sonu' ve 'dünya ruhu' ile ifade edilen 'tek dünya ideali' Amerikalı akademisyen, devlet adamı ve stratejistlerin ağzından düşürmediği bir duaya, 'ulusal bir inanca' dönüştü.
Deyim yerindeyse herkes ABD'yi "Hegel'in Prusya'sı" olarak algılamaya başladı.
***
ABD'yi dünyanın tek umudu (tepedeki ışık) olarak işaret eden bu anlayış, komünist Rusya'nın 1991'de çözülmesinden sonra daha da şahlandı. Kendini insanlığa 'yeryüzünün sürdürülebilir yegâne sosyo-ekonomik ve siyasi düzeni' olarak açık bir biçimde dayattı.
Hatta Fukuyama örneğinde gördügümüz gibi, 'Tarihin Sonu'nu ilan edenler bile oldu.
Ancak unutmamak gerekir ki, dünyayı hangi amaçla olursa olsun insanın iradesine tabi kılma, tarih tarafından sürekli olarak çürütülen bir çabadır.
Çünkü itaat etmeyen güçler bizim tasavvurumuzun ötesinde bir direnişe ve inada sahiptir.
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Irak işgali, bu gerçeği bize bir kez daha gösterdi.
***
Dünyanın içinden geçtiği son dönemlerdeki hassas jeo-politik yapılanma sürecinde Bush yönetiminin (2001-2009) yaptığı taktik hatalar, ABD'nin "uygarlığın, insanlık, dünya ve tarihin tek umudu olduğu" yönündeki Hegelci tasavvuruna ağır darbeler indirdi.
Özellikle Bush'un 'önleyici savaş, gönüllüler koalisyonu, özgürlük ve kötülük arasındaki mücadele, medeniyetler arası çatışma ve terörle savaş' adıyla devreye soktuğu politikaların tümü hüsranla sonuçlandı.
Irak ve Afganistan'da hızla irtifa kaybeden ABD'nin Kuzey Kore, İran, Suriye, Küba, Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı uyguladığı askeri tehdit, siyasi tecrit ve ekonomik ambargoya dayalı manevralar ters tepti ve bumerang etkisi yarattı.
Ve kendisi giderek yalnızlaşan Washington, sonunda 'yumuşama' politikasına geçti.
'UYGARLAŞAMAYANLAR'
Foreign Affairs dergisinin Temmuz/Ağustos 2007 sayısında yayınlanan "Amerikan Liderliğini Yenilemek" başlıklı makalesinde de açıkça dile getirdiği gibi Başkan Obama, şimdi ülkesinin Bush döneminde uğradığı bu zayiatı en aza indirmenin yollarını arıyor.
En büyük yardımcıları da elbette üniversite dünyası.
Obama'nın akıl hocaları olarak da bilinen dört akademisyenin bu yılın hemen başında yayınladığı "Amerikan Dış Politikasının Krizi: Yirmibirinci Yüzyılda Wilsonculuk" adlı ortak çalışma, ABD'nin yara bere içinde kalan Hegelci tasavvuruna adeta 'drenajlı pansuman' yapıyor.
***
Daha ilk satırlarda Bush'un ABD'nin hayallerini nasıl kararttığını itiraf eden G. John Ikenberry, Thomas J. Knock, Anne-Marie Slaughter ve Tomy Smith, hemen ardından da insanı umutlandıran şu cümleyi kuruyorlar:
"Bu başarısızlığa hangi ideoloji ve stratejinin yol açtığını tartışmalıyız."
Ne yazık ki sonraki sayfalarda bu umut ışığı çabuk sönüyor.
***
Makaleler ilerledikçe Hegel'in ruhu satırlarda dans etmeye başlıyor yine:
"Uluslararası sistem, 1991'den sonra içine girdiği krizden ancak yeni tarz bir Wilsonculukla çıkabilir.
Washington, tehlikeler ve 'uygarlaşamayanlar'la dolu bu dünyada, amaç edindiği 'tek dünya' idealine ulaşmak için 'seçilmiş millet', 'tarihin sonu' ve 'dünya ruhu' gibi değerlerine olan bağlılığını korumalı.
Çünkü ABD'nin küresel hegemonyasını devam ettirmesinin tek yolu, 'demokrasi ihracına dayalı' emperyal politikalarına yeni bir ruh ve kuvvetle sarılmasından geçiyor."
WİLSON'UN SİNİRLİ HALİ
Bütün o 'demokrasi ve özgürlük' vurgusuna rağmen özünde bir 'tepeden inme uygarlaştırma' stratejisi olan Wilsoncu düşüncelere övgüler düzen akademisyenler Bush'a ateş püskürüyor.
Ardından da Obama'ya ABD'nin 233 yıldır izlediği emperyal rotadan sapmamasını salık veriyorlar.
Aslında akademisyenlerin Bush'a öfkesi yersiz. Bush'un, ABD'nin 28. Başkanı Thomas Woodrow Wilson'a ne kadar sadık kaldığını en iyi onlar bilir.
***
Nitekim eski dışişleri bakanı Condoleezza Rice'ın başdanışmanı Philip Zelikow, Bush'un dış politika doktrinini "pragmatik idealizm" diye özetlemişti.
Yani kibar deyimle Bush'u Wilson'un 'sinirli hali'ne benzetmişti.
Zaten Wilson ile arasındaki 'ünsiyeti' fark eden akademik çevreler de Bush'a, "Woodrow Bush" mahlasını takmıştı.
***
Bence akademisyenler sorunu ve sorumluyu yine yanlış yerde arıyorlar.
Amerikan dış politikasının krizi Bush'tan değil, uluslararası liberal sistemin içine girdiği yapısal ve düşünsel darboğazdan, daha doğrusu ABD'nin dünyaya ve kendine yönelik algısından kaynaklanıyor.
'Dünyayı güvenli bir yer haline getirme' ve 'istikrarlı bir dünya düzeni yaratma'ya dayalı Hegel'den tevarüs edilen bu Wilsoncu algı (liberal uluslararası ilişkiler sistemi), Baba Bush'un 1991'de başlattığı Birinci Irak (Körfez) Savaşı ile miadını doldurdu.
Bu tarihten itibaren can çekişen sistemin tabutuna son çiviyi ise 2003'te Irak'a giren 'Oğul Bush' çaktı.
İroniye bakın ki, şimdiye kadar kendine benzetmek için dünyada müdahale etmediği rejim bırakmayan ABD, içine girdiği küresel siyasi/mali krizden dolayı şimdi kendi rejimini ve dünya tasavvurunu gözden geçiriyor.
Tünelin sonundaki tek umut ışığı ise, Başkan Obama.