Doğrusunu söylemek gerekirse Hazar Denizi'yle Basra Körfezi arasındaki zengin petrol ve doğal gaz yatakları üstünde uzanan İran, bu sıfatı fazlasıyla hak eden bir ülke.
Sadece geçen yüzyılda üç devrim (1907/Meşruti Devrim, 1963/Ak Devrim, 1979/İslam Devrimi), dört dış müdahale, iki iç savaş ve iki de rejim değişikliği yaşadı.
Eski yaraları hala kabuk bağlamayan "Ortadoğu'nun Fransa'sı" bugünlerde yine kaynıyor.
Dünya nefesini tutmuş cumhurbaşkanlığı seçimleri ardından İran'da baş gösteren protestoları ve sessiz isyanı izliyor.
12 Haziran'da sandık başına giden 40 milyona yakın İranlı seçmen, ABD ile masaya oturacak yeni cumhurbaşkanları için oy verdi.
Fakat sandıktan yüzde 63 ile yine muhafazakar Mahmud Ahmedinejad (53) çıkınca, kazanacaklarına inan(dırıl)an reformcu kesim derin bir hayal kırıklığı yaşadı.
Hile yapıldığını ileri süren reformist aday Mir Hüseyin Musavi (67), dini lider Hamaney dahil 'müesses nizam'ın bütün temsilcilerine kazan kaldırdı.
Seçim sonucunu tanımayacağını açıklayıp genel grev çağrısında bulundu.
Seçimden sonra bir hafta boyunca dinmeyen protestolar kanlı bir biçimde bastırıldı ve onlarca gösterici hayatını kaybetti.
Fakat güvenlik güçlerinin aşırı şiddeti karşısında sessiz direnişe geçen reformcular pes etmemekte kararlı görünüyor.
1979 yılında İslam Devrimi'ne sahne olan ülkedeki bu siyasi ve sivil itaatsizlik eylemleri, 10 yıl önce çok sert bir biçimde bastırılan öğrenci hareketlerinden sonra ikinci büyük kalkışma.
Rejimden çok dini lider Hamaney ile Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'a yönelik bu isyan girişimi, özellikle Tahran'ın bütünlüğünü sarsması, bölgedeki imajını yaralaması ve Ayetullahlar arasındaki iktidar mücadelesini açığa çıkarması açısından da tarihi bir öneme sahip.
SEÇİMDE 'THE END' KRİZİ
Reformcuların tutuşturduğu isyan ateşi, öncelikle karanlıkta kalan bir gerçeği yeniden aydınlattı.
Bu sayede, Batı'nın ve onun penceresinden dünyaya bakanların 'İran cehaletine' bir kez daha tanıklık ettik.
Eğer dünya, İran'ı biraz tanısaydı hem seçimlerde reformcuların kazanma ihtimalinin neden bir 'ham hayal' olduğunu görürdü.
Hem de kazansalar bile Tahran'daki 'statüko'nun neden reformistlere izin vermeyeceğini kavrardı.
Buna rağmen Batı'da Musavi'yi hala "İran'ın Gorbaçov'u" görenler çoğunlukta.
Hatta içlerinde, Hamaney ve Ahmedinejad'ın üç vakte kadar 1979 yılında Şah'ın yaptığı gibi 'devrime dayanamayıp' uçakla İran'ı terkedeceğine inananlar bile var.
***
'Kendi düşen ağlamaz' derler.
Gerçi batı basınında bazı yetkili kalemler, 'fazla iyimser' bu kesimlere gereken uyarılarda bulunmadı değil.
Ne yazık ki, parmakla gösterilecek kadar az sayıdaki bu isimler seslerini ne geniş yığınlara ne de meslektaşlarına duyarabildi.
Sesi çıkanlarsa İran'ın toplumsal dinamiklerini bilerek veya bilmeyerek çarpıttı ve Musavi liderliğindeki reformcu kesimi bütün bir İran halkı olarak sunma yanılgısına düştü.
Bu yüzden dünya, İran'ın siyasi, sosyal, kültürel ve demografik derinliğini kavramaktan uzak bazı basın mensuplarının üniversite kümpüslerinde konuştuğu öfkeli öğrencileri, 70 milyonluk ülkenin sözcüsü zannetti.
Gerçekleri çarpıtacak kadar fanatik veya gerçekten saf bazı 'batılı gazeteciler' nedeniyle insanlar, İran'da neler olup bittiğini tam olarak öğrenemedi.
Böyle olunca da, protestoların neden Tahran Üniversitesi'yle Inkılap ve Azadi Meydanları arasındaki orta ve üst kesimlerin yaşadığı bölgelerle sınırlı kaldığını sorgulayamadık.
Bırakın ülkenin Meşhed, Şiraz, Tebriz, Kirmanşah, Ahvaz, Urmiye gibi büyük kentlerine sıçramasını; 'yeşil devrim' diye nitelenen protestolar, 13 milyonluk Tahran'ın birkaç cadde ötedeki semtlerine bile ulaşamadı.
Özellikle de 'yeşil devrim' karşısında sukûta gark olan fakir ve dindar çoğunluğun tavrını 'ikrardan mı?' saymamız gerektiği konusunda kaşınıp durduk.
Batılı medya İran'ın gerçek muhalifleri konumundaki Kürt, Beluci ve Arap azınlığın 'yeşil devrim'e nasıl baktığı konusundaki merakımızı da ısrarla görmezden gelince, daha bir pirelendik.
Öyle görünüyor ki, bu gidişle daha çok pireleneceğiz.
ÇOĞUNLUĞU MARJİNALLEŞTİRMEK
Tabi burada sapla samanı karıştırmamak lazım.
İran'daki reformistlerin gücünü ve temsil niteliğini çarpıtsa da; batılı gazete ve televizyonların protesto eylemleri karşısında gösterdiği insani tepkiyi alkışlamak gerekiyor.
Batı basınının, gösteri ve kendini ifade etme gibi en temel özgürlüklerini kullanan reformculara, polis ve askerlerin uyguladığı insanlık dışı ve keyfi şiddeti bütün çıplaklığıyla vermesi övülecek bir davranıştı.
Ahmedinejad'ın kazanması karşısında itidal ve ölçüsünü kaybeden batı dünyası ve medyası, Ahmedinejad'a oy veren kesimleri anlamak yerine yok saymayı tercih etti.
Özellikle basın, 'bu işte bir hinlik olmalı, acaba nerede' yerine 'kesin hile var' şeklindeki peşin hükümle, sadece reformcuların öfkesine 'alet' olmayı ve onları daha da öfkelendirmeyi yeğledi.
Bu yanlış yayın politikası, haliyle İran'daki sessiz çoğunluğu marjinalleştirme ve ötekileştirme dışında bir şeye hizmet etmedi.
Bu anlamda, İran'daki seçim kriziyle ilgili Türk medyası da kötü bir sınav verdi ve Batı basınındaki manipülasyonların iletkeni olmaktan kurtulamadı.
'iPOD LİBERALİZMİ'
Batılı basının kopardığı fırtına dindikten sonra, İran toplumunun dinamikleri ışığında muhafazakar ve reformcular arasındaki mücadeleye daha yakından baktığımızda, Musavi liderliğindeki reformcuların medyada öyle lanse edildiği gibi ne seçimleri kazanacak ne de 'devrim' yapacak kadar güçlü bir kitle desteğine sahip olduğunu görüyoruz.
Bir çok uzmanın da tespit ettiği gibi, ülkemiz ve batı basınında İran'dan aktarılan izlenimler daha çok İngilizce bilen, Twitter kullanıcısı, Facebook'ta hesap açmış, blog yazarı; kısaca internetle hemhal, eğitimli ve zengin zümrelerin tepkileriydi.
'Gölge CIA' lakaplı ünlü stratejist George Friedman bu yüzden olsa gerek, hali vakti yerindeki bu muhaliflerin taleplerini 'iPod liberalizmi' diye tanımlıyor.
***
Kısaca, seçimden önce ve sonra gördüğümüz ya da bize gösterilen İran buydu.
Oysa görmediğimiz ya da bize gösterilmeyen İran çok farklı.
Seçim sonuçlarından da anlaşıldı ki, 'öteki İran'ın sessiz yığınları, ordusu ve mollaları, 'hileyle de olsa' Ahmedinejad'ı destekliyor.
Demek ki halk, değişimin temsilcisi olarak reformistleri değil Şii teolojisi, sofuluk, arınma ve ekonomik adalet gibi konulara vurgu yapan Ahmedinejad'ı daha gerçekçi buluyor.
Çoğu analistin tespitine göre reformistlerin talepleri geniş halk kesimlerinde 1979 yılında devrilen Şah döneminin 'zorba ve tepeden inme modernleştirme' politikalarını çağrıştırıyor.
Çünkü reformistlerin dillendirdiği gündem, Amerikalıların 'campus values/kampüs değerleri' dediği üniversite öğrencilerinin kültürel ve sosyal dünyasıyla sınırlı 'post materyal' taleplerin ötesine geçemedi.
Fakir ve dindar kitlelere; kadınlara sosyal yaşamda daha fazla özgürlük, daha rahat giyinme ve daha serbest yaşama, ifade, eylem ve eğlenme özgürlüğü yerine iş, sağlık, ekonomik refah, aile değerlerinin korunması ve daha iyi bir eğitim gibi toplumda karşılığı olan sosya-ekonomik konulara vurgu yaptı.
ÇATIŞMANIN MAHİYETİ VE MALİYETİ
Bu anlamda, batı basının aktardığının aksine İran'daki asıl çatışma özgürlükle değil, daha çok güç ve refahla ilgili.
Nitekim sessiz yığınlar, Batı'nın ülkelerindeki insan hakları ve demokrasi açığıyla dertlenmediğinin bilincinde.
Onlara göre Batı'nın asıl derdi, İran'ın nükleer programından vazgeçmesi, küresel güçlerin enerji talepleri ve arzı önünde engel çıkarmaması, bölgenin dizaynına karışmaması ve son olarak ekonomisini batılı sermayeye açması.
Batı'nın gerçek gündemi böyle olmasaydı, ABD İran'daki son demokratik hükümet olan Muhammed Musaddık'ı 1953'te devirmezdi.
Başbakan Mussadık'ı CIA komplosuyla ikitdardan düşüren ABD, önce Şah'ın baskıcı rejimine, ardından da bu baskıcı rejim sayesinde İslam Devrimi'ne giden yolun taşlarını döşedi.
Üstelik sessiz yığınlar, İran-Irak savaşında ülkelerini kan banyosuna çeviren gücün ABD ve Batılı ülkeler olduğunu da hala unutmuş değil.
Bu tarihsel ve kültürel kodlardan dolayı reformcuların en haklı talepleri bile büyük çoğunluk tarafından Batı kaynaklı felaket senaryoları olarak görülüyor.
MOLLALARIN SALTANAT HIRSI
Kitlelerden yüz görmeyen regormcuların en önemli ikinci açmazı ise ordu ve mollalardan destek göremeyişleri.
120 bin Devrim Muhafızı, 3 milyon gönüllü Besic milisiyle 400 bin mevcudu bulunan ordu ve polis gücü, tamamen Ahmedinejad'ı destekleyen dini lider Hamaney'in kontrolünde.
Tahran'ın güç hiyerarşisinde en üst basamakta yer alan Ayatullahlara gelince.
İran'daki en önemli kurumların başında yer alan yarım düzine Ayetullah arasında, reformcu Musavi'ye sadece iki tanesi destek veriyor.
Ve bunlardan da sadece biri desteğini açıktan ifade edebildi.
O da Humeyni'den sonra dini lider sıfatını Hamaney'e kaybetmeyi hazmedemeyen Ayetullah Muntazari.
***
Ancak bu güçlü konumuna rağmen Rafsancani, seçimden sonra Hamaney ve Ahmedinejad ikilisine karşı tek kelime bile sarfetmedi.
Üstelik Musavi'yi destekleyen kızı tutuklandığı, oğlu ve bazı yakın akrabalarına yurt dışına çıkma yasağı getirildiği halde.
Raflarda bekletilen haksız kazanç ve yolsuzluk dosyaları nedeniyle sustuğu/susturulduğu belirtiliyor.
***
Muntazari ve Rafsancani'nin aksine İran'ın Anayasayı Koruyucular Meclisi'nden Düzenin Yararı ve Milli İstihbarat Teşkilatı'na kadar en etkili kurumlarının başındaki Cenneti, Yezdi, Şirazi, Necefabadi ve Ecei gibi beş önemli Ayetullah ise Hamaney/Ahmedinejad ikilisinin yanında.
Üstelik Mollalar pek sevmedikleri halde Ahmedinejad'a destek veriyorlar.
Çünkü Ahmedinejad'ın yolsuzluk ve ekonomik haksızlıklarla mücadele politikası, 'kalkınma projeleriyle' devletin imkânlarını arpalık olarak kullanıp zengin bir sınıf haline gelen bazı Ayetullahları oldukça rahatsız ediyor.
TAHRAN'IN 'GÖRÜNMEZ ELİ'
Fakat İran halkının Ahmedinejad'a güven duymasının asıl nedeni, iç politikadaki başarılarından çok kuşkusuz dış politikadaki 'üstün performansı'.
İranlılar etrafı İsrail, Pakistan, Rusya, Çin ve Hindistan gibi nükleer güçlerle çevrili; bu yetmezmiş gibi 30 yıldır da dünyanın süper devleti ABD'yle mücadele halindeki ülkelerine yönelik dış tehditleri en aza düşüren Ahmedinejad'ı, bir kahraman gibi görüyor.
Aslında İranlıların gözündeki en büyük kahraman Ahmedinejad'a her koşulda destek çıkan dini lider Ali Seyyid Hamaney.
Çünkü 30 yıllık İran İslam Cumhuriyeti'nde şimdiye kadar ülkeyi ve dünyayı ilgilendiren bütün stratejik konularda son sözü her zaman Azeri kökenli Hamaney söyledi.
Nitekim seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmaya da 19 Haziran'da verdiği Cuma hutbesiyle son noktayı yine Hamaney koydu.
Halkın tercihini yaptığını ve yollarına Ahmedinejad'la devam edeceklerini açıkladı.
'İnkılap Rehberi' ünvanına sahip Hamaney (70), İran İslam Devrimi'nin lideri Humeyni'den sonra tam 28 yıldır ülkenin iç ve dış siyasetini yönlendiren tek isim.
Tahran'ın 'görünmez eli' olarak da bilinen Hamaney, 1981-89 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yaptı; 89 yılından itibaren ise dini lider konumunda.
Şu an Pakistan'dan Akdeniz'e uzanan coğrafyadaki Şii jeo-politiğinin en güçlü figürü.
OBAMA'NIN MUSAVİ'YE ATTIĞI KAZIK
İnadıyla tanınan Hamaney, 30 yıldır ülkesine karşı uygulanan sopa-havuç politikalarını maharetle idare etti.
Ne askeri tehdit ne de diplomasi seçeneği Hamaney'i, "İslam Devrimi'nin sigortası" olarak gördüğü nükleerden vazgeçirebildi.
Sonunda pes eden Washington 3 Haziran'da, "İran enerji açısından meşru endişelere ve taleplere sahiptir" açıklamasıyla Tahran'ın nükleer programına yeşil ışık yakmak zorunda kaldı.
Bu açıklama bir bakıma, Başkan Obama'nın ikitdar planları yapan reformculara vurduğu ilk öldürücü darbeydi.
İşte Hamaney'in liderlik ettiği muhafazakarlar sandık başına Obama'nın bu tarihi desteğinden 9 gün sonra, adeta zafer havasıyla gitti.
***
Ve sandıklardan reformculara son öldürücü darbeyi indiren Ahmedinejad çıktı.
Ahmedinejad'ın yeniden seçilmesi 'nükleer İran', yeni bir Ortadoğu, yeni güç dengeleri, yeni enerji politikaları ve yeni bir bölgesel dizayn demek.
Çünkü diplomatik mahfiller, medyanın yoğun bir biçimde eğildiği seçim krizi yerine şimdiden 'nükleer İran' sonrası senaryoları konuşuyor.