Örneğin dün İsmail Çağlar, daha çok Can Dündar'ın AYM tarafından tahliye edilmesini savunanların görüşlerini hiçbir komplekse kapılmadan tane tane yanıtlamıştı. Üstelik de inanmayacaksınız ama sorular da dahil 2800 vuruşta! Yani ideal bir köşe yazısı uzunluğunda. İşte size Çağlar'ın, onca derdimiz varken ülke gündemini esir alan Can Dündar ve AYM kararı hakkında netleşmenizi sağlayacak yazısından bir bölüm. Soruları azıcık değiştirdim. Bir gazeteci olan Can Dündar neden tutuklandı? MİT TIR'ları davasında, kendilerine siyasi ve askeri casusluk ve terör örgütüne yardım suçları isnat edildi. İyi de aynı haberi daha önce yapanlar neden tutuklanmadı? MİT TIR'ları 19 Ocak 2014 tarihinde durdurulduğunda birçok medya organında konuyla ilgili haber yapıldı. Gazeteciler haber kaçırmama refleksi ile doğal olarak bu konuyu haberleştirdiler. Ancak 20 Ocak 2014 tarihinde davaya bakan mahkeme konunun ulusal güvenliği ilgilendiren bir mesele olması gerekçesi ile yayın yasağı getirdi. O tarihten Cumhuriyet gazetesinin konuyu tekrar haber yaptığı 29 Mayıs 2015 tarihine kadar MİT TIR'ları olayının paralel terör örgütünün bir kumpası olduğu anlaşıldı. Olayın diğer boyutlarının açığa çıkması ve mahkemenin verdiği yayın yasağı kararından sonra Can Dündar ve Erdem Gül'ün MİT TIR'ları ile ilgili görüntüleri yayınlaması habercilik refleksi ile açıklanamazdı. Nitekim mahkeme de bu yönde görüş bildirdi ve tutuklama kararı verdi. Peki, bu basın özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilemez mi? Eğer MİT TIR'larının durdurulmasının hemen ertesinde bunu haber yapan gazeteciler suçlansaydı, ciddi bir basın özgürlüğü sorunundan bahsedilebilirdi. Ancak 1.5 yıl sonra yayın yasağına rağmen yapılan bu yayının basın özgürlüğü ile alakası yok. DAİŞ'le alakalı basın organlarını kapatmak ne kadar basın özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilebilirse bu mesele de o kadar basın özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilebilir. Olsun yine de tutuksuz yargılama tercih edilseydi? Mahkemenin isnat ettiği suçların ağırlığı ve verilecek cezanın üst ve alt limitleri düşünüldüğünde bu davada verilen tutuklu yargılama kararı orantılıdır. Basit bir hakaret davası değil ülkenin ulusal güvenliğini ilgilendiren bir suç isnadı var ortada. Dava sürerken Anayasa Mahkemesi'nin tahliye kararı ne anlama geliyor? Maalesef daha önce başka örneklerini gördüğümüz bir yetki aşımı ile karşı karşıyayız. Bu kadar önemli bir konuda, ortada ciddi isnatlar ve deliller varken Anayasa Mahkemesi'nin gündemindeki diğer dosyaları bir kenara bırakarak bu konuya el atması, tıpkı 367 kararı veya başörtüsü düzenlemesinin iptali kararında olduğu gibi hukuku kullanarak, hatta sömürerek ülkedeki kritik süreçlere yön verme çabasıdır. Evet, bana 5 tanesi bile yetti. Haksız mıymışım? Anayasa'nın 153. maddesinin 1. fıkrasında iptal kararlarının gerekçesiz açıklanmasının Anayasa'ya aykırı olduğu yazar. Zira Zühtü Arslan döneminde hiçbir iptal kararı gerekçesiz açıklanmadı. Ancak bu, bireysel başvurular için söz konusu değil. Gerekçe beklenemez zira tutukluluk hak ihlali denmiş, gerekçe beklenirse o sürede tutukluluk sürecek dolayısıyla mahkeme de o hakkı ihlal etmiş olacak. Anayasa Mahkemesi İlker Başbuğ kararında da,Mustafa Balbay kararında da gerekçeyi beklemedi. Öte yandan, Fethullah Gülen ve Hidayet Karaca'nın tutukluluğuna devam kararında da gerekçeyi beklemeden kararı açıkladı. Peki 14. Ağır Ceza Mahkemesi AYM kararına direnebilir miydi? Anayasa Mahkemesi direkt tahliye kararı vermiyor, 'Hukuksuzluk var, bunu gider' diyor. Bu hukuksuzluğun sebebi tutukluluk olduğuna göre tahliyeyle giderilebilir, nitekim öyle oldu. Ancak mahkeme ilk tutuklama için tahliye verip, iddianamedeki yeni delillere göre ya da başka bir gerekçe göstererek yeniden tutuklama kararı verebilir. O zaman AYM'ye bununla ilgili ayrı bir başvuru yapılması gerekir. (Böyle bir gelişme son derece sakıncalı olur ve tartışmayı daha da derinleştirir-na) Bu dosya öne mi alındı? Cumhurbaşkanı'nın dosyası neden aylardır bekletiliyor? Mahkemenin öncelik sırası var. Hayat hakkı, tutuklamalar ilk sıralarda. Burada bir kaynağım diyor ki: 'Bunların içinden kamuoyunda geniş yer alan, hukuki olarak çok tartışılan dosyalar öne alınıyor rahatlama sağlamak için. Bunu Fethullah Gülen de de böyle yaptık ve tutukluluk kararını yerinde bulduk mesela ya da Hidayet Karaca'da. Cumhurbaşkanı'nın başvurusu hakaret başvuruları arasında. O dosyalara sıra gelince doğal olarak, elbette Cumhurbaşkanı'nınki yine aynı mantıkla öne alınacak. Kritik konulara mahkemenin yaklaşımı böyle.' Başka bir soru da geçtiğimiz günlerde Başkan Zühtü Arslan'ın konuşmasına yönelik: Arslan 'Bir gün önce bizi övenler bir gün sonra bize saldırıyorlar' cümlesini Cumhurbaşkanı'na yönelik mi sarf etti? Kaynaklarım diyor ki: Arslan orada Can Dündar'ın yönetimindeki Cumhuriyet gazetesini hedef aldı. Uludere kararından bir gün önce 'Ankara'da hâkimler var' diye manşet atan Cumhuriyet'in ertesi gün 'Skandal karar' diye çıkmasına dokundurdu. Bir de haber vereyim: Gerekçeli karar çok büyük bir aksama olmazsa bu hafta içinde açıklanacak ve orada mahkemenin nerede durduğu net bir şekilde görülecek. Ben liberal-demokrat bir entelektüel olarak tanıdığım ve değerli bulduğum Zühtü Arslan'ın ve ciddi bir zihniyet dönüşümünden geçen Anayasa Mahkemesi'nin hedefe konmasının Türkiye'ye zarar vereceğini düşünüyorum. Zühtü Arslan'ın entelektüel kariyerini özetleyen güzel bir yazıyı Rasim (Ozan Kütahyalı) 11 Şubat 2015 tarihinde Sabah gazetesinde yazmıştı. O yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Arslan'ın entelektüel tavrı değerli liberal profesör Atilla Yayla ile hemen hemen aynı çizgide. Paralel yapıyla mücadeleye de temelde Yayla gibi bakıyor ve devletin bu çeteden kurtulmasını çok önemsiyor. Sonuç olarak: Dündar ve Gül kararı hep bir sorun olarak görülen tutuklu yargılamaya yönelik bir karar. AYM bireysel başvurunun yolu açıldıktan sonra Türkiye'den AİHM'ye giden yıllık dosya sayısını 11000'den 2000'e indirmiş, imam nikâhı kararında da, başörtüsü kararlarında da hep özgürlüklerin yanında tavır almış bir mahkeme. Bunları unutmayalım... Türk medyasının iki devi SABAH ve Hürriyet'in 1 Kasım sonrası artık belli noktalarda ortak bir zeminde buluşması umudu içindeyken önce Doğan Grubu'nun resmi açıklaması sonra da dün okuduğum Ertuğrul Özkök yazısı ben de şaşkınlık yarattı. Bu dezenformatif yazı üzerine sahalara dönmek ahlaki bir zorunluluk oldu. Elbette Özkök'ü de Aydın Doğan'dan bağımsız düşünemeyiz. Bu yazıda aleni yalanlar söyleniyor. Ayrıca SABAH'ta emeği geçen ve son 8 yıl içinde demokrasiyi hedef almış tüm darbe teşebbüslerine karşı dimdik duran tüm SABAH camiasına da büyük haksızlık ediliyor. Bu müphemiyet dolu rencide edici üslubu bırakmasını Aydın Doğan'a tavsiye ederim... Aydın Doğan ve Cumhuriyet gazetesi ilişkisine dair birçok şey söylemiş Özkök ama en temel gerçeği söylememiş. Soru şu... Aydın Doğan daha düne kadar Cumhuriyet gazetesini kendi matbaalarında basıp sonra da birikmiş alacaklarına karşı Cumhuriyet'in Ankara'daki binasını almadı mı? Normalde baskı paralarını ödeyemeyen Cumhuriyet'e bu şekilde çok büyük destek atmış olmadı mı? Niye şimdi Cumhuriyet'e verdiğiniz büyük desteği inkar etme gereği duyuyorsunuz? Aydın Doğan hiçbir zaman Cumhuriyet'in tam sahibi olmadı ama her zaman Cumhuriyet'teki mülkiyet durumlarıyla ilgilenmiştir. Mesela bu gazetenin Turgay Ciner- Mehmet Emin Karamehmet-Dinç Bilgin konsorsiyumunun eline geçme ihtimali Doğan'ı çok rahatsız etmiş ve bu sebeple 2002 yılında rahmetli İlhan Selçuk'la bizzat polemiğe bile girmiştir. Özellikle Ciner'in Cumhuriyet ile yakın ilişkisi ve flörtü Doğan'ı çileden çıkarmıştır. İsterseniz köşemde tek tek bunun belgelerini yayınlarım. Benim tanıdığım Aydın Doğan Cumhuriyet'e kol kanat germesini saklayıp inkar edecek biri değildir. Bilakis gurur duyar bu yaptığıyla. Şimdi niye inkar ediyor anlamış değilim... Ertuğrul Özkök'ün köşesinde bir diğer beni şoke eden paragraf ise şu... Sizin şu an sahibi olduğunuz Sabah gazetesi var ya... 2001 yılında sahibi hapse atılıp zor durumda kaldığında, sırf gazete devam etsin, çalışanları maaşlarını alabilsin diye kâğıt verdi, 4 milyon dolar yardım yaptı. O gazete batmadığı, kapatılmadığı için bugün oradan Aydın Bey'e bu iftiraları atabiliyorlar. Bir gerçek ancak bu kadar çarpıtılabilir ve bir insan ancak bu derece yalan yazabilir. Yani hakikaten insan bu paragrafı okuyunca dayanamıyor ve Yuhhhhhh diyor... Yeri ve vakti gelince o konuya da detaylarıyla değineceğiz... Şu anda İsveç'te yaşan, birçok romanını Kürtçe'den Türkçe'ye çevirdiğim yazar arkadaşım Firat Ceweri, yıllar önce bir gezi sırasında ilk defa şair Can Yücel'le karşılaşır. Firat, Can Yücel'e hayran, beraber kaldıkları süre içinde durmadan Can Yücel'e Kürt dilini, kültürünü, edebiyatını anlatır. Sohbet sırasında Firat bir ara Can Yücel'e, 'Can Baba, Kürt edebiyatının en önemli eseri Mem ú Zin'dir' der. Can Yücel elindeki şarap bardağını kafasına diker, bütün muzipliğiyle, 'Bak delikanlı, bunu bana söyledin, sakın bizim Türk aydınlarına, yazarlarına söyleme. Onlar Mem ú Zin'i limuzin sanıyor' der. Uzun yıllar önce arkadaşımdan duyduğum bu anekdot her aklıma geldiğinde, kahkahalarla gülerim. Yıllardır bu meseleye kafa yorarım; Türk aydınının Kürtlerle ilişkisini bu kadar özlü anlatan, bu kadar çarpıcı bir şekilde dile getiren başka da bir söz, bir anekdot gelmiyor aklıma. Şairane bir sözdür ve meseleyi bütün trajikomikliğiyle koyar ortaya. Durum böyle olduğu halde, Kürtler adına politika yaptığını söyleyenler, özellikle solcu Türk aydınlarından bir türlü vazgeçemiyor. Eğer lütfedip de maceracı Türk solcularından bazıları hasbelkader partilerine katılırsa, kurumlarına girerse, gazetelerinde yazmaya karar verirse, onu alır başköşeye oturturlar. Başköşede de, olur da yıllardan beri bu işin acısını çekmiş, kendi deyimleriyle 'bedelini ödemiş', hapis yatmış, sürgün yemiş bir Kürt oturuyorsa, onu oradan alır, sıranın en sonuna veya işe yaramaz bir yere yerleştirirler. Diyeceksiniz ki: 'Köylü toplumların özelliğidir zaten; köylüler kendilerini değil başkalarını sever, köylünün gözünde kravatlı şehirli her zaman kendisinden daha makbuldür, o yüzden...' Haklı olabilirsiniz, ama bu gerekçe siyasi Kürtçülerle maceracı Türk solcularının 'patolojik' ilişkisini açıklamada yine de yetersiz kalıyor bence. Kendilerine 'demokrasi güçleri' adını veren bu Türk solcularının sanatçı olanları, neredeyse yüzyıldan beri roman yazıyor, film, beste, resim yapıyor; yani 'kültür-sanat mafyası' varsa eğer bu memlekette, bu mafyanın 'godfather'ları da bunlar oluyor. Buna rağmen, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler, bunların yaptığı her sanat eserinde, toprakta elmas ararcasına kendilerinden bir 'şey' arayıp durdular ama nafile. Bütün bu sanat ürünlerinde hep 'katil', 'soyguncu', 'eşkıya', 'cahil' insanlar olarak buldular kendilerini. Fakat iş Kürt'ü savaşa kışkırtmaya, ölüme göndermeye gelince, bütün yaratıcı hünerlerini ortaya koyuyorlar. Şiirler yazıyor, besteler yapıyor, 'şanlı direnişlerine' methiyeler, destanlar düzüyor, sol yumruklarını havaya kaldırıp'özyönetim mücadelelerini' selamlıyorlar! Haklarını yemeyelim, seksen yılda 'Rojava', 'heval', 'Roboski' gibi birkaç Kürtçe kelimeyi ezberleyenler yok değil aralarında; son yıllarda dudaklarını büze büze bu kelimeleri kullananlara çok rastlanıyor televizyonlarda. Ama sadece bu kadar! Devlet de gidip bunlarla 'Kürt sorununu' konuştu! Onlar Kürt sorununun barışçı yollarla çözümünü değil, mevcut düzenin 'devrim yoluyla' yıkılmasını istiyor, bunun için mücadele ediyorlar. Silah zoruyla mevcut düzeni yıkmayı hedefleyenlerle barış konuşulur mu? O yüzden, 'Yeni dönemde muhatap bütün halkımızdır' diyor Başbakan Ahmet Davutoğlu! Tam yeri geldiğinde öfkelenmekten korkanlara öfkeleniyorum. Tam yeri geldiğindenefretten kaçınanlardan kaçınıyorum. Öfkeyi ve nefreti bilmeyen onu nasıl yenebilir? 'Kaçak güreş'in hikmeti yoktur! İnsan düşmanını iyi tanımalı. İyi düşman dosta benzer. Fakat aramızdaki bağ onu hayatımızın can simidi kılmamalı. Gerektiğinde birbirimizi terk edebilmeliyiz! Kötülük hızlıdır. İyilik yavaş yavaş gelişir. Tam bu yüzden 'zaman' da iyidir! Ama sabretmekte zorlanırız. Beklemek, bir türlü öğrenemediğimiz şeydir. O yüzden insanın ömrü zamanla kavga ederek geçer. Mitomanik dünya... Diyeceksiniz ki, bunca ıvır zıvır yalan neden? Modern insan anca yalanlar sayesinde başkaları tarafından sevileceğine inanmaya başladığından mı? Belki. Ama işin pek yeni ve acıklı yanı şu ki, bu yalanlar kendini sevebilmek için söyleniyor. İnsan artık başkalarından önce kendini aldatıyor. Birini sevmek, ona kaçıp sığınmaktır. O yüzden çoğumuz 'kapıyı vurup sokağa fırlar' gibi severiz. Ve bazen sokakta kalırız. Aç, açıkta. Genç çift birbirlerine sokuluyor. Garson cep telefonunun kamerasını onlara yöneltiyor. Kadın defalarca denediği belli olan bir gülümsemeyi yerleştiriyor yüzüne. Genç adam kararsız kalıyor bir an. Şöyle havalı bir sert ifade mi seçse acaba? İyi de, ya mutsuzmuş gibi algılanır, canının sıkkın olduğu düşünülürse!.. Öyle ya, fotoğraf az sonra 'piyasa'ya çıkacak. Vazgeçiyor genç adam, sevimli bir hal takınıyor. O sırada kameradan 'çıt' sesi geliyor. İşlem tamam! Garson işine dönüyor. Genç çift bir saattir sürdürdükleri 'sen öyle dedin, ben böyle dedim' tartışmasına. Sanki bütün taşlar yerine oturuyor. Hakkını verelim yine de! Rollerle oyuncular; sahneyle hayat birbirine karışmıyor. Fotoğraf, dünyanın yeni 'sahne'si!.. Çok parlak bir gülümseme biçimi var: 'Mutsuzluktan kırılıyorum' anlamına geliyor. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, bir duvar yazısından söz ediyordu. Şöyle... 'Geçmiş çok fazla. Şu an yetersiz. Gelecek mi? Şimdilik ortalarda görünmüyor!' Mantık, aklın işidir elbette. Fakat akıl yürütmekten çok statükoyu pekiştirmeye yarar. O yüzden biri güçlü biçimde 'bu çok mantıklı!' diye mırıldandığında tedirgin olurum. Çünkü büyük ihtimalle 'burada duralım, bu kadarı yeter!' demek istiyordur. Şimdi bir alışveriş merkezinden çıksam ve önümden birdenbire başıboş bir beyaz at yelelerini savurarak geçse... Böyle şeyler bir tek filmlerde oluyor. Sırf o yüzden bile sinema sevilmeye değer. Zaman Gazetesi'ne kayyım atanması kararı doğru bir karar değil.. Hukuki olabilir ama doğru değil.. Zira İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği'nin kayyıma gerekçe olarak ortaya koyduğu argüman doğruysa ne kayyımı, bu gazete ve televizyonlara bizzat el koymak gerekir.. Diyor ki kararda; '... şirketin Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması'nın (FETÖ/PDY) faaliyetleri kapsamında ve örgüt faaliyetlerine destek olacak şekilde kullanıldığı yönünde kuvvetli deliller bulunması.... ' Bir saniye.. Bir terör örgütünden söz ediliyor.. Ve bu yapıların da örgüt faaliyetinde kullanıldığı ifade ediliyor.. Şimdi çıkmış diyorlar ki; 'Anayasaya göre basın-yayın araçları, suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemez veya işletilmekten alıkonulamaz'.. Allah Allah.. Bakın değerli dostlar.. Eğer Anayasa bir terör örgütünün 24 saat propagandasının yapılmasına cevaz veriyorsa; örgüt propagandasının sona erdirilmesi maksatlı müdahaleyi ihlâl sayıyorsa; orada başka şeyleri tartışmamız lazım.. Deyin ki bu gazetelerin örgütle bağlantısı yoktur.. Deyin ki bu örgüt dediğiniz şey, aslında örgüt değil cemaattir.. Deyin ki, daha önceki gün Nusaybin'de kundaktaki bebekleri hedef alan terör örgütünün işbirliği içinde olduğu yapı bu yapı değildir.. O vakit ben de size 'evet Anayasamıza göre basın susturulamaz' diyeyim.. Sözcü Gazetesi gibi.. Dibine kadar muhalefet yapan Halk TV gibi.. Yeni Çağ Gazetesi gibi.. Örgüt emrine girmeden hak bildiği doğruyu haykıran gazeteler de yazarlar da sadece Anayasa ile değil millet vicdanıyla da güvence altındadır.. Ama önceki akşam 'in'lerine girildiğinde, bir örgütün medya - propaganda üssüne girilmiş olmanın verdiği heyecan vardı geniş kitlelerde.. Yarın aynı şey Cumhuriyet Gazetesi'ne de yapılacak.. Bakmayın siz şimdi Can Dündar'ın AYM darbesiyle serbest kaldığına.. Yarın mahkeme yapılanın bir casusluk faaliyeti olduğuna hükmederse.. Arkasındaki yabancı gizli servisleri deşifre ederse.. Yargıtay kararı kesinleştirirse.. Kararına sadece MİT TIR'ları ihanet dosyasını değil, Misal Celâl Kara adlı firarinin '1 Numara Erdoğan' sözünü manşete çekmesini.. Ya da Reyhanlı'daki terör saldırısında MİT ve Devleti suçlayan yayınları da koyduğunda.. PKK terör örgütüne dokunmayan yayınları delil olarak dosyaya eklediğinde.. PKK'nın kalkışma çağrılarına propaganda desteği verdiği ortaya çıktığında.. İşin Can Dündar'la sınırlı kalacağını mı zannediyorsunuz?. Bakın tutuksuz yargılanmasına karar verilen Ekrem Dumanlı gitti.. Gazetesi kurtuldu mu sanki?.. Cumhuriyet Gazetesi de kurtulamayacak.. Bundan böyle gözümüzün içine baka baka terör örgütü propagandası yapamayacaksınız.. Paralel ve PKK'nın önümüzdeki günlerde topyekûn saldırıya geçecekleri söyleniyordu.. 17 Aralık ve Gezi benzeri eylemler için hazırlıkların tamamlandığı söyleniyordu. Yurdun dörtbir yanında ilk işaretler görülmeye başlanmıştı. PKK'ya karşı operasyonlar sürüyor. Bu arada Feza Yayıncılık A.Ş. bünyesinde bulunan Zaman, Meydan, Today's Zaman gazetesi ile Cihan Haber Ajansı ve Aksiyon Dergisi'ne de kayyım atandı. Zaman Kitap, Cihan Medya Dağıtım, Irmak Tv ve Radyo Cihan'a da kayyım ataması yapıldı. Bu arada Paralel yapı ile ilişkili işadamlarına da operasyon yapıldı. Önümüzdeki günlerde PKK ile ilişkili milletvekillerinin tezkereleri de TBMM'de ele alınarak bazı HDP'li milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılabilir.. Sanırım önce bütçe görüşmeleri ele alınır ve ardından tezkereler oylanır. Bir sonraki adım yargılama süreci olur. Belki bazıları dokunulmazlıkları kalkınca gözaltına alınabilir ve tutuklanabilir. Bakarsınız, bazı milletvekilleri yurtdışına ya da dağa çıkabilir. Bir başka konu da eğer grub kuracak kadar milletvekilinin dokunulmazlığı düşürülürse, bu milletvekillerinin seçildikleri bölgelerde ara seçime gidilmesi.. Tabii böyle bir durumda seçim sonuçlarının parlamento aritmetiğini nasıl değiştireceği merak konusu.. Bu durum AK Parti ve HDP'de yeni dengeler oluşmasına sebeb olabilir. Mesela AK Parti tek başına referandum çoğunluğuna ulaşabilir. Yeni Anayasa ve Başkanlık konusunda muhalefete ihtiyaç duymayabilir.. HDP parlamentodaki grubunu kaybedebilir. Aslında HDP gelinen noktada bölünebilir.. Yeni siyasi dengeler oluşabilir. Zaten PKK ve paralel örgütler gelinen noktada birbirine düşmüş gözüküyor. Örgüt sosyolojik tabanını kaybetme noktasında. Silahlı unsurlar da ciddi bir dağılma ve çözülme sürecine girdi. Türkiye, PKK ve PYD üzerindeki baskısını artıracak.. Aynı şekilde Paralel yapının media ayağını çökerttikten sonra şimdi sıra muhtemelen sermaye, siyaset, STK ve bürokrasideki ayağına gelecek. Yerel yönetimlerdeki, özerk yapılardaki, üniversitelerdeki uzantılar gündemde olacak.. Eşzamanlı olarak PKK ve Paralel yapının bölgedeki ve dış ülkelerdeki uzantıları üzerine daha bir kararlılıkla gidilecek.. İlgili ülkelerle bu anlamda üst seviyede görüşmeler gündeme gelecek. Basın ve idari birimler diplomatik yoldan bilgilendirilecektir. Gülen'in etrafındaki çember daha da daraltılacak ve yurtdışına kaçanların yakalanması ve iadesi için yeni girişimler yapılacak sanırım. Bu arada Zaman gazetesi kayyıma devredilince muhtemelen tirajı da dibe vuracak. 3.950.000 civarındaki toplam tiraj, önümüzdeki hafta, Zaman gazetesinin 600.000 olarak açıklanan tirajı, gerçek tirajı olan 30.000'in de altına düşecekse, bir anda 3.300.000 seviyesine gerileyecek. Hatta Meydan'ın açıklanan tirajı 85.000, onu da düşerseniz, 3.2 milyona gerileyebilir. Geçen hafta İpek-Koza medianın 2 gazetesi kapanmıştı, şimdi Zaman ve Meydan da kapanınca, ulusal basın sayısı da düşecek, ama bakalım bu tiraj nereye gidecek. Aslında hiçbir yere gitmeyebilir de, çünki büyük ölçüde öyle bir tiraj yok. Belki bir kısmı Özgür Düşünce gazetesine gidecektir, göreceğiz. Özgür Düşünce de Zaman'la birlikte bedava dağıtılıyor. Ama onun da fazla bir tirajı yok. 40.000 gibi bir tiraj açıklıyorlardı. Türkiye'de havalar ısındıkça siyaset de ısınacak gibi.. İktidar kararlılıkla yoluna devam ederken, HDP'nin hali malum. Kürt sorununun siyaset yolu ile çözülmesi için destek veren sosyolojik tabanını kaybetti. Birbirlerini suçluyorlar ve ortak bir gelecek tasavvurları yok. MHP'deki ayrışmanın nereye varacağı belli değil. Grub da, teşkilat da bölünmüş durumda ve MHP bir yol ayırımında. CHP'de de sular durulmak bilmiyor. Nazlıaka'nın ihracı, parti içinde yeni bir tartışma başlattı. Baykal'la başlayan tartışma dinmiş gibi gözükse de için için yanmaya devam eden bir ateş gibi. Muhalefet partilerinde sular bir türlü durulmuyor.. Son kamuoyu araştırmaları muhalefetin hızla eridiğini gösteriyor. Halk, bu terör ve Paralel yapının öteki yüzünü gördükten sonra halk bu yapılardan hızla uzaklaşıyor. Paralel yapı, PKK ve bunlara destek verenler için, öyle sanırım ki, gelecek günler geçen günleri aratacak.. Benden söylemesi. Sevgili dostlar, bir önceki yazımda 'ya kurşun içeriden görünenlerden gelirse başlığını hatırlayın' demiş ve Anayasa Mahkemesi kararını ARKADAN-İÇERİDEN gelen kurşun benzetmesi eşliğinde analiz etmiştim... Bu yazı üzerine malum medya-FETÖ medyası ve yandaşlarından ciddi eleştiriler alırken, HADDİMİ BİLMEM konusunda da çağrılar aldım! İNANIN bana yazdıklarınızdan çok KORKTUM ve ÇEKİNDİM! Efendiler, hatta size 'efendi' demek bile abesle iştigal! Sizlere sesleniyorum; yazdıklarımın sonuna kadar arkasındayım! KONUYA DİKKATLİ BAKANLAR İÇİN; AYM kararı sonrası sanırım 'ne demek istediğimin' daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum... EVET, YA KURŞUN aynen bu olayda olduğu gibi, ARKADAN gelirse! GELMEDİ mi? DEFALARCA GELDİ! ÜLKE-DEVLET-MİLLET adına dik durması gerekenler, FETÖ'nün bütün faaliyetlerini aklama yolunda alınmış AYM kararı gibi adımlar atarlarsa! Sevgili dostlar, konu 'gazetecilik faaliyeti' ve/veya 'gazeteciler-ifade özgürlüğü' denerek gölgelenemez, geçiştirilemez! Konu TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'nin MİLLİ GÜVENLİĞİ ile doğrudan alakalıdır ve bu ülkenin ANAYASA MAHKEMESİ, sanki casusluk faaliyeti ANAYASAL GÜVENCE altındaymış gibi bir adım atarak, DEVLET'in varlığını, güvenliğini ve VAR OLMA HAKKINI yok saymıştır! HİÇBİR KURUM DEVLET'in ve MİLLET'in İRADE'sinin üstünde değildir! Bu ülkenin MİLLİ GÜVENLİĞİ söz konusu ise ülke milli reflekslerini gerektiği gibi ortaya koyarken içeriden-dışarıdan vuruluyorsa, AYM bu vuruşu yapanlara ANAYASA MAHKEMESİ ŞEMSİYESİ açamaz! Ne güzel değil mi! Ülkenin reflekslerini iç-dış destekler ile boşa düşürmeye çalış, Milli İstihbarat Teşkilatı'na operasyon çek, DEVLET'in MİLLİ GÜVENLİĞİ'ni zaafa düşürmeye çalış, bu yaptıklarının adı da 'gazetecilik' faaliyeti olsun ve ülkenin ANAYASA MAHKEMESİ Devlet'i-Millet'i arkadan vurmana sahip çıkıp, kol kanat gersin! BU NOKTADA SORDUĞUMU TEKRAR EDİYORUM; Bu ülkede 'CASUSLUK-MİLLİ GÜVENLİĞİ ZAAFA DÜŞÜRMEK-DEVLET'E MİLLET'E OPERASYON YAPMAK' ANAYASAL GÜVENCE ALTINDA MI! Sevgili dostlar, olanlara lütfen çok dikkatli bakalım! Bir tarafta DEVLET-MİLLET adına ülkeyi YERLEŞİK ÇETELER ve İÇ-DIŞ uzantılarından temizlemeye çalışanlar, bir tarafta o uzantıları aklamak adına durmadan ÇALIŞANLAR! HDP ve PKK, Kürt halkının tümüne seslenecek çatışmasız bir dönem tercih etmediği gibi Müslüman Kürt halkına da kulak vermedi. Halkına karşı 'HDP Kemalizmi' diyebileceğimiz dayatmacı seküler bir dil ile seslendi. Öyle ki, HDP'li vekillerin yüzüne doğru 'Biz neyiz, siz nesiniz, Kur'ân yırtıyor, cami bombalıyorsunuz?' diye haykıran o kadıncağızın isyanı bir süre kulaklarımızdan gitmedi. PKK'lılar, Hüda-Par üyelerini suikastle öldürdü. Sokakta gezen sakallı insanlar DAEŞ'çi olmakla itham edilip dövüldü. Hani bu HDP ve PKK, Kürt halkına özgürlük için yola çıkmıştı, o halkın maneviyatına karşı savaşarak mı Kürt halkına özgürlük getirecekler? HDP, PKK terörünü aklamak adına, meşruluğunun kaynağı olan %6'lık tabanını da sık sık sokağa dökmeye davet etti. Aylardır hemen hemen her hafta HDP'liler yeni bir slogan üretip halkı sokağa davet ediyorlar. Ama nafile, hepsinde yalnız kalıyorlar. Kürt halkının erdemi bu sokak şiddeti çağrısında bulunanlara cevap vermiyor. Zaten HDP'den gelen birçok serhildan çağrısı sırasında artık iyice rahata alışmış olan bu vekiller, sokağa çıkmıyor, örgüt üyelerini sokağa salıp halkı da çatışmalar sırasında zarar görsünler diye meydanlara çağırıyor. Pragmatist Demirtaş, son çare olarak bu kez halkı 'cuma namazına' davet etti. Halkın dini duygularını siyasete malzeme etmek geç de olsa aklına gelmiş. Şimdi muhafazakar dindar kesimden biri çıkıp cuma eylemine davet etse, ne din istismarcılığı kalır, ne de dini siyasete alet etmesi... Ama kendilerinin maşallahı var, hiç çekinmeden halkı sokağa dökebilmek için ibadetleri kötü emellerine alet edebiliyorlar. Selahattin Demirtaş'ın bu cuma çağrısı bana 6-8 Ekim Kıyımı sırasında yaptığı çağrının sonuçlarını hatırlattı. Kurban eti dağıtan çocuklar, PKK üyeleri tarafından canice katledildi. Balkondan atıldı, yakıldı, üzerlerinden araba ile geçildi. Bu vahşetin çağrıcısı ise Demitaş idi. O zaman Kürt halkının dini aklına gelmemişti, şimdi mi geldi? Nihayetinde ne oldu; cemaat yerde, Demirtaş ve Baydemir ayakta acıklı bir salat sahnesinin kurbanı oldular, bununla birlikte yine yalnız kaldılar. 7 Mart'ta Yasin Börü ve arkadaşlarının davası Ankara'da görülecek. Bu davadan Yasin ve arkadaşları için adalet kararının çıkmasını temenni ediyorum. Elbet şunu da ifade etmem gerekiyor; Demirtaş öncülüğündeki HDP, eğer bu ülkede bırakın kitlesel olarak siyaset yapmayı, kendi tabanlarına azıcık ehemmiyet verip onlara yönelik siyaset yapmak istiyorlarsa 7 Mart'ta Yasin'in davasına gelip, Yasin'in annesi başta olmak üzere tüm mağdur ettikleri insanlardan özür dileyip, helallik almak zorundalar. Ancak ben ne Demirtaş'ın ne de HDP'li vekillerin bu erdemden nasiplediğini hiç sanmıyorum. Beyaz Kürt konumunda, halkından bihaber, halkının dinine savaş açıp istismar eden, jakoben tavırlar içine giren, terörü savunan bu hareket, Kürtlere ancak acı getirdi, acı getirmeye de devam edecek. Bu isimlerin %6'lık tabanlarının gözünde bile meşruluğu kalmamıştır. Halkının dinine savaş açmış hareket, yok olmaya da mahkumdur. Madem Demirtaş tüm Kürt halkı için orada, 7 Mart'ta Yasin'in davasına gelsin de görelim. Eğer gelemezse, ki gelemez, o halde Kürt halkı adına siyaset yaptığı yalanını uzatmaktan vazgeçsin. Böyle bir hareketin, tabanından kopuk bir hareketin sonu, işlediği suçlardan ötürü yargılanmak ve siyaseten yok olmaktan başka bir nihayete varamaz. Nihayet, Zaman Gazetesi'ne de el konuldu. Ama halen perişan ettiği o insanlar üzerinden savaşını sürdürüyor. Zaman Gazetesi, dün 'Anayasa Askıda' manşeti ile çıktı. Altındaki spotta da Anayasa'nın 30. Maddesi'ne yer verildi: 'Kanuna uygun bir şekilde basın işletmesi olarak kurulan basımevi ve eklentileri ile basın araçları, suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemez veya işletilmekten alıkonulamaz.' Evet, aynen öyle! Ancak, Anayasa 'kanuna uygunluktan' bahsediyor. Gülen medyası kanun mu dinledi? Son günlerde nerede suç işlediği iddia edilen bir kişi ve grup varsa, sahip çıktı. Hep onların üzerine giden yargı mensuplarını suçladı. İddianameler düzenlendi, Fethullah Gülen 'örgüt lideri' sıfatıyla bir numaralı sanık olarak yer aldı. Zaman Gazatesi başta olmak üzere bu yayın organları, 'Fethullah Gülen Hocaefendi' diye kendisini göklere çıkarttı. Bir de 'Özgür Basın Susturulamaz' sloganı var ki, evlere şenlik!.. Hangi özgürlük? İradelerin tek bir adama terk edildiği, dudaklarının arasından dökülen her sözün kanun kabul edildiği bir yapı özgür olabilir mi? Basın özgürlüğü, röntgencilik, haysiyet cellatlığı, ajanlık ve devleti ele geçirmek dahil, pek çok eylemle suçlanan bir kişi ve yapıyı yüceltme hakkı verir mi? Ortada özgür basın mı vardı ki susturuldu? Tam tersine, basın özgürlüğüne en büyük darbeyi bu yapı vurdu. Basın yayın organları peş peşe ve sinsice ele geçirildi. İçlerinde benim de bulunduğum yüzlerce insan tasfiye edildi. Yerlerine de aynı tornadan çıkan, sorgulamayan, tartışmayan, biat kültürü ile yetişmiş, emre itaat eden insanlar getirildi. Savcılıklarca hazırlanan iddianameler ortada: Onlara 'gazetecilik' faaliyeti adı altında suç bile işletildi. Bu örgüt yapısı içinde bizzat benim yaşadığım korkunç olaylar var: Çalıştığım Bugün Gazetesi, Akın İpek tarafından satın alınmış ancak gazeteci tasfiyesi henüz gerçekleşmemişti. O günlerde, ben de Bugün Gazetesi yazarıydım. Bir gün Zaman Gazetesi'nden yetişip, Bugün'e 'temsilci' sıfatı ile getirilen çocuk, heyecanla odama girdi. 'Abi, Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can, başörtüsü hakkındaki raporunu mahkemeye sunmuş. Ben alamadım, yardımcı olur musun?' dedi. Gazeteciyim, doğal olarak ben de raporun peşine düştüm. O çocuk birkaç kere daha odama girip çıktı. Sonuncusunda aynen şunları söyledi: - 'Abi, ben polise de sordum. Onlarda da bir bilgi yok.' Bu ne demek biliyor musunuz? O dönemde Anayasa Mahkemesi'nde pek çok ismin telefonunun dinlendiği demek! Ayrıca, yasa dışı yollarla o telefonları dinleyenlerin, bu bilgileri yine kendileri ile birlikte hareket eden Gülen medyasına aktardığı anlamına geliyor! Bu mu basın özgürlüğü? Bu mu gazetecilik? Demem o ki, biz bu ülkede 'gazetecilik' maskesi altında neler yapıldığını çok iyi biliyoruz. Onlar 'özgür basın' diye bağırırken, acı bir şekilde yüzümüzü buruşturmamız da bundan!